Akören Köyü

Safranbolu Akören Köyü Web Sitesi
Akören Köyü’a hoş geldiniz. Oturum Aç | Üye Ol | Yardım
ARA

DÜNDEN BUGÜNE SAFRANBOLU’NUN AKVEREN KÖYÜ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DÜNDEN BUGÜNE

 

SAFRANBOLU’NUN AKVEREN

 

KÖYÜ

 

 

 

 

 

PROF. DR. HALİL İBRAHİM ATAY

 

 

 

 

Safranbolu Belediye Başkanlığı

 

Kültür Yayınları

 

Yayın no:

 

 

 

 

 

 

 

 

İÇİNDEKİLER

 

I.Yazarın Özgeçmişi

II. Önsöz

III. Köyün Tanıtımı

IV. Köyde Geçim

            1.Tarla Tarımı

            2.Bağlar

            3.Bostanlar (Çay)

            4.Hayvancılık

V.Köyde Sosyal Hayat

            1.Okul

            2.Cami

            3.Dinî Bayramlar

            4.Düğünler

            5.Yaz Eğlenceleri

                        a.Hıdrellez

                        b.Balık tutma

                        c.Avlanma

                        d.Kuyu Kebabı

                        e.Mehtaplı Gece Sohbetleri

            6.Kış Eğlenceleri

                        a.Lokma Sırası

                        b.Bandırma Sırası

                        c.Oturak Âlemi

                        d.Komşu Ziyaretleri

VI.Belgeler

 

 

 

 

I. YAZARIN ÖZGEÇMİŞİ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

II. ÖNSÖZ

 

Bu kitapçık, benim çocukluğumdaki (70 yıl önceki) Akveren’i yani, gurbetteki bir erkeği (baba veya oğul) dışında, her evin dolu olduğu, tarlaları, bağları, bahçeleri, bostanlarının üretimi ve hayvancılığı ile kendi kendini besleyebilen, tuzdan, gazdan, giyim kuşam ve vergiden başka hiçbir şeye para vermeden, âdet ve örflerine bağlı olarak hakikî köy hayatı yaşayan Akveren’i genç kuşağa anlatmak için yazılmıştır.

Her mevsim her ihtiyacını kendi mülkünden karşılayan, kışın değil, birkaç gün veya hafta hatta aylarca köye ulaşılmasa hiçbir şeye muhtaç olmama durumundaki bu köy, bugün bağlarının, bahçelerinin duvarları yıkılmış, tarlaları gibi, onlar da yıllardır işlenmemiş, yabanlaşmış olup ormanlaşma aşamasındadır.

Araç Çayı vadisinde yer alan, cennet bahçeleri gibi verimli bostanları (çaylar), bend ve arkların yıkılıp bozulması sonucu, sulama olanaklarının yok oluşu ile, çalılar, ısırgan ve bögürtlenlerle kaplanarak elden çıkmıştır.

Bugünün Akveren köyünde kendi ürettiği ne et ne süt ne sebze ne meyva (dut, ceviz hariç) vardır. Köy tam bir dağ köyü olmuş, zaten Orman İdaresi de gelip, köy arazisini orman arazisi olarak benimsemiştir.

Köy kışın, birkaç evde birkaç kişi dışında tamamen boştur. (Büyük çoğunluk İstanbul’da, bir kısmı da Ankara’da yaşamaktadır).

Köyün menbaları kurumuştur. Araç Çayı vadisinde açılan kuyudan köye motorla su basılmaktadır. Bu suretle su bile, para sarfedilerek temin edilir olmuştur. Bugün köyde bedava olan tek şey köyün temiz havasıdır. Bütün yıl boyu kendi kendini besleyebilen köylü, bugün arabası bagajında İstanbul’dan veya Safranbolu’dan getirdiği birkaç günlük yiyeceği bitince, hemen Safranbolu, Karabük marketlerine koşmakta veya kamyonla köye gelen seyyar satıcıda ne bulabilirse onu almak durumunda kalmaktadır.

Sanayileşme sürecindeki bütün ülkelerde olduğu gibi, şimdi Türkiye’de de köylerden büyük şehirlere göç, tarım nüfusunun azalması yönünde bir değişimi söz konusu kılmıştır. Bu değişim genelde köy hayatını çökertirken, göçe uğrayan şehirlerde hayatı zorlaştırmıştır.

Akveren köylüsü tedrîcen boşalttığı köyünden İstanbul'a ve Ankara’ya gitmekle bir mağduriyete uğramamış, pişmanlık duymamıştır. Çünkü, harpte de sulh zamanında da çok lüzumlu, geçerli ve kazançlı bir meslek olan fırın işletmeciliği, Safranbolu yöresinin, özellikle de Akveren köylüsünün mesleğidir. (Son zamanlarda Rizeliler de söz konusu). İstanbul’un hemen her semtinde bir Akverenli fırıncıya rastlamanız mümkündür. Öte yandan gençlerin büyük çoğunluğu yüksek öğrenime yönelmişlerdir. İstanbul ve Ankara üniversitelerinin çeşitli fakültelerinden mezun çoğu mühendis, ekonomist, doktor olmak üzere, tahmin ederim, en az 150 meslek adamı mevcuttur. Köyün okuyamayan gençleri de hiç işsizlik derdi çekmemişlerdir. Çalışma yaşına gelen genç, köyümüz fırın patronlarından istediğinin fırınında çırak olarak işe başlar, bir süre sonra tezgahtar, sonra pişirici olur. Daha sonra o da bir fırın açarak patron olur. Bu olanaklar sayesindedir ki eskiden köyde eşeği olmayanların bile bugün kapılarında son model otomobiller var.

Şimdi bana “Pekiyi, senin şikayetin yahut özlemin ne?” diye sorduğunuzu düşünüyorum.

Benim özlemim, bütün Türkiye için, köylünün köyünde kalkındırılması politikasının uygulamaya koyulmasıdır. Köylünün hem otomobili olmalı, hem de tarlası ekili, bağı, bahçesi, bostanı mamur, köylü olmanın bütün nimetlerinden faydalanmaya devam ediyor olmalı. Köyler terkedilmiş arı kovanı gibi boşalınca, köyüne gelen köylü, olmuş çeşitli meyveleri dalından, üzümü kütüğünden kendisi koparıp yeme, hormonsuz sebzeleri kendi bahçesinden, bostanından toplayıp pişirme zevkinden mahrum olunca köyler de, ölü-diri hatırına, yazın kısa süreli olarak ziyaret edilen yerler durumuna dönüyor.

                                      İstanbul, Beylikdüzü, Mart 2004

 

 

 

 

 

 

 

 

 

III. KÖYÜN TANITIMI

 

Akveren köyü Safranbolu’nun doğusunda, Kastamonu karayoluna paralel bir hat üzerinde yer alan Yazıköy-Konarı-Yörük köylerinden sonra gelen büyük köylerden biridir. Bu sıralama büyüklük bakımından geçerli bir sıralamadır. Gerçekten Yazıköy dükkânları olan, yakınındaki suyu bol göl sayesinde bol sebze meyve yetiştirip pazarlayan, nüfusunu yerinde besleyebilen bir köydür. Konarı köyü de aynı gölden yararlanan benzer imkânlara sahip bir köydür. Yörük köyü, kısmen köyünde kısmen gurbette geçimini sağlayan, okumuşu çok, bu yönü ile Akveren köyüne benzeyen fakat daha büyük bir köydür. Bu dört köyün müşterek vasıfları evlerinin ve âdetlerinin Safranbolu’ya çok benzemeleridir. Zira bu köylerden en doğuda yani en uzakta olan Akveren, Safranbolu’ya 18 km. uzaklıktadır.

Akveren köyü, kuzeyinde Kepez diye bilinen alçak bir dağın, güneyinden akan Araç Çayı vadisine doğru tatlı bir meyille inen, 3 km. uzunluk, 5-6 km. genişlikteki yamaç üzerinde kurulmuştur. Mer’alarıyla beraber köy arazisi kabul edilen bu yamaç arazi kalkerli toprak yapısı, güneye bakan yüz oluşu ve meyillilik dolayısıyla kuraklık şartları taşır. Köy, 60 hanelik bir köydür. Altı mahalleden oluşur. Dört mahallesi güneyden kuzeye düz bir hat üzerinde olmak üzere Dere Mahalle, Cami Önü, Orta Mahalle, Kasımlar’dır. Doğuya doğru bir mahallesi Kayadibi, sonra güneydoğu yönünde Yukarı Köy yer alır. Anlatılan şekilde dağılmış mahalleleri ile bir baştan öbür başa uzunluk takriben 2- 2,5 kilometreyi bulur ki bu durum, karlı kış aylarında Ramazan davulcusu Rahmetli Topal Rıza’yı çok zorlardı.

Köyün bir mahallesinin ayrı bir çeşmesi, her çeşmenin ayrı bir su kaynağı vardı. Hepsinin kaynakları köyün hemen kuzeyindeki Kepez yamacında sıralanırdı. Bütün çeşmelerin de bol suyu vardı. İhtiyaç fazlası sular çeşme kurnalarından boşa akar, bu sular münavebe (sıra) ile bahçe sulamalarında kullanılırdı. Bahçelerde yetişen ağaçlar erik, elma, armut, nar, ceviz, badem, asma, dut vs. köy boyunca yeşil bir şerit oluşturur. Ayrıca, köyün içinde (bahçeler dışında) Hayrat adı verilen dut ağaçları, ceviz ağaçları vardır. Köy mezarlığında toplu halde bulunan kalın gövdeli, yaşlı sakız ağaçları tarlalar çevresinde bulunan meşe, sakız, ceviz, çitlembik ağaçları da köyün yeşillikli görünümünü tamamlardı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

IV. KÖYDE GEÇİM

 

1.Tarla Tarımı

Köyde herkesin az veya çok tarlası, bağı bahçesi, Araç Çayı Vadisinde sulanabilen bostanı (çay) vardı. Önce de belirtildiği gibi, köy arazisi toprağı süzek (kalkerli), meyilli, daima güneş alan güney bakılı olduğu için, ziraat için verimli değildir. Bire üç ancak alınabilirdi. Gene de gübreleme, nadasa bırakma, çifte sürme gibi yollarla ihtiyacından fazla üretim yapıp satabilenler vardı. Örneğin Toruçgil, Çekiçgil, Hatıpoğgil gibi köyde çoğunluk üç harman, beş harman sürerken bunlar 20-30 harman sürer, onlar için ırgatlık bir aydan fazla sürebilirdi. Ancak, köyde bu aileler ihtiyacından fazla üretip satabilirlerdi. Gerçi herkes kış için her türlü tarımsal ihtiyacını karşılasa da köylüye kazanç temin edecek bir üretim söz konusu değildi. Bu yüzden eskiden beri gurbete çıkmak, ev erkeğinin dışarıda (genellikle İstanbul’da fırın işçiliği veya patronluğu) para kazanması şarttı. Zira vergi (yol parası), tuz, gaz, giyim kuşam için de para gerekiyordu.

Herkes kendi ihtiyacını kendisi karşılamayı düşündüğü için tarlalarını eker veya ektirirken tarım ürünü çeşitliliğini de düşünürdü. Örneğin, tavuklarına, hayvanlarına yem için tarlasının birine veya bir kısmına arpa eker, bir kısmına fiy eker, bulgur yapmak için bir başka yere kaplıca eker, kışlık un için, erişte, tarhana, nişasta yapmak için en fazla da buğday ekerdi.

Köyde yakın zamana kadar traktör yoktu. Türkiye’de en çok olduğu dönemde bile bir veya iki kişide traktör oldu; onlar da çabuk yok oldu. Eskiden beri hep öküz ve kara sapanla olageldi tarımsal faaliyet. Öküzü olanlar kendi işleri bitince veya arada yevmiye ile komşularında tarlasını eker, harmanını sürerdi. Sıkışık hallerde yakın dağ köylerinden (Yacı, Oğulveren, Pöldüren) yardım alınırdı. Harman zamanı köylünün en sıkışık zamanıdır. Önce arpa olmak üzere mahsul çabuk olgunlaşır. Olgunlaşma beklenmeli fakat hasat geciktirilmemelidir. Mahsul uzum zaman olgun olarak tarlada bekletilirse, ya başak bütün olarak kırılır yahut danelerini toprağa döker. Onun için vaktinde tarlaya girilip ekin boylu ise biçilerek, boysuz ile oraklar ile toplanarak tepecikler halinde bir araya getirilmelidir.

Bu aşamada köylü birbirine yardımcı olur. Gübrelenmiş (sadece ahır gübresi bilinir ve kullanılırdı) yahut dinlendirilmiş (nadasa bırakılmış) yahut düz ve toprağı derin tarlalarda ekinler boylu olur, tırpanla biçilir. Kurak sığ topraklarda, gübresiz eğimli tarlalarda ekinlerin boyu tırpana gelmeyecek kadar kısa olur. Böyle hallerde mahsul elle yolunarak (orak yardımıyla) toplanır; zahmetlidir, zaman alıcıdır. Örneğin üç hektarlık bir tarla yolmalık ise, bunu altı kadın bir günde yolsa, aynı büyüklükteki bir tarladaki boylu ekini iki tırpancı bir saatte biçer. İki tırpancı diyorum. Genellikle tırpancılar ikişer ikişer dolaşıp iş arayan kişilerdir. Zira köylerde herkes tırpan kullanamaz, bakımını yapamaz. Tırpancılar genç, güçlü adamlardır. Çok iştahlı, bol yiyen insanlardır. O yüzden köy evlerinde gereğinden fazla ekmek (yufka) yapılmışsa, komşular “Ne o, tırpancın mı var?” derler. Böyle bir deyim köy dilinde yerleşmiştir. Tırpancılara öğle yemeği, beşli büyük sefer tası seti ile tarlaya götürülür. Onlar tarla kenarındaki meşelerin kaba gölgesinde yemeklerini yerler.

Irgatlı denen harman zamanı (hasat zamanı) sürecinin ikinci aşaması harman yerlerinin hazırlanmasıdır. Herkesin münferiden bir harman yeri hazırlaması gerekmez. Çok tarlası olan, fazla ekini olanların münferit harmana ihtiyaçları vardır. Diğerleri bir harman yerinden sıra ile faydalanabilirler.

Harman yeri hazırlamak önemli ve oldukça da zor bir iştir. Şöyle ki; kuzeye açık, evlere en yakın düz bir tarla seçilir. Bu tarlanın ortasında yarıçapı takriben 15-20 metrelik bir daire içindeki taşlar, çakıllar elle toplanır. Tarla “taban” denen bir alet geçirilerek tesviye edilir. Her türlü diri ve ölü örtüden arındırılır. Sonra güneyinden başlayarak adım adım bol su ile sulanır ve sulanan kısım üzerine saman serpilerek geri geri çekilerek bütün dairenin sulama ve samanlanması sağlanır. Sonra samanlanan ilk kısımdan başlamak üzere, silindir şeklinde bir taş iki kişi tarafından dikkatle çekilerek bütün daire içinde defaatle gezdirilir. Bu sûretle zemini düz ve sert, üzerinde “düven” sürülecek harman yeri hazırlanmış olur.

Yolunarak yahut biçilerek tarlada küçük tepecikler halinde toplanmış olan ekinler öküz arabaları ile harman yerine getirilir. Harman yerinin kuzeyi ve güneyi boş bırakılarak doğusuna ve batısına taşınan ekinler, geniş ve yüksek duvarlar halinde yığılır. Tabiîdir ki bu yığınak yapılırken arpanın ayrı, kaplıcanın ayrı, buğdayın ayrı yığılması, keza mahsulü az olan komşuların aynı harmandan yararlanması söz konusu ise, her birinin yığınının veya yığınlarının ayrı olması gerekir.

Harmanın kuzey kısmının açık bırakılması, akşama doğru esmeye başlayan ve savrularak samanla daneyi ayırmada etkili “tınar yeli”nden yararlanmak içindir. Güney yönünün açık bırakılması da aynı sebebe (rüzgârın önünü açık tutmaya) dayanır.

Ayrıca, savrulmada güneyde saman yığını toplanır. Tarlalardaki bütün mahsul harmana gelip yığıldıktan sonra düven sürme aşaması başlar. Harman yerine, sabahleyin hangi yığından başlanacak ise, o yığının üzerinden “diğren” denilen çatal el aletleri ile yeter miktarda sap (ekin) atılır. Atılacak miktar göz kararı ile ve bir çift öküzün ikindi vaktine kadar sapları saman haline getirebileceği miktar olmalıdır. Atılan saplar bütün harman alanına eşit kalınlıkta yayılır. Harman içinde dolaşan orta boylu bir kadının bel (kalça) hizasına kadar gevşek bir sap tabakası kalınlığı normal sayılır. Güneş sıcaklığını hissettirmeye başlayınca öküzlere düven koşulur ve düven üzerinde ayakta bir insan hem düvene ağırlık sağlar, hem de öküzleri yönetir. Öküzler devamlı sûrette daire şeklinde dolaşıp durur.

Düven sürücüsünün görevi sadece öküzlerin harman alanı dışına çıkmalarını önlemek değil, onların harman içine pisliklerinin düşmesine de mâni olmaktır. Bunu, düven önünde hazır bulundurulan bir çanağı, hayvanın kuyruğunu kaldırarak dışkılamak üzere olduğu işaretini vermesi üzerine, hemen kıçına tutmak sûretiyle yapar.

Düven her biri takriben 40 veya 50 cm. genişlikte iki kalın tahtanın birleşmesinden oluşmuş, ön tarafı kızaklarda olduğu gibi kalkık, uzunluğu da takriben iki metre civarında bir tarım aletidir. Altında birbirine paralel sıralar halinde çok sayıda (3-5 cm. boyunda) yarıklar açılmış, her yarığa yarısına kadar sert çakmak taşı denen keskin kenarlı taşlar çakılmıştır. İşte düven altındaki bu çok sayıdaki sert ve keskin taşlar üstündeki şahsın ağırlığı ile de bastırılarak saplar (ekin) üzerinde dolaşırken onları parçalamaktadır. Gün boyunca devam eden bu parçalamada başakların kırılıp danelerini bırakması, uzun sapların kısa boyutlara inip saman haline gelmesinde çakmak taşlarının mekanik parçalama etkisi kadar belki ondan daha da etkili olan faktör, kuvvetli temmuz sıcağıdır. Öküzler, düven bütün gün özellikle en sıcak saatlerde döner durur ve iki üç kişi de bu güneşin en yakıcı saatlerinde harmanda sapları karıştırıp kabalarını üste çıkarır. Çok kuru, kırılganlığı artmış saplar kolayca kırılarak saman boyutlarına doğru iner. Sabahleyin bel yüksekliğindeki harman kalınlığı akşam üzeri (ikindi vakti) 10-15 cm. ye iner. Uzun saplar saman boyutuna inmiş, daneler çözülmüş, harman olgun hale gelmiştir. Öküzler harmandan çıkarılır. Düven kenara çekilir. Harmandaki samanlaşmış sap ve saplardan ayrılmış daneler, yani olmuş harman materyali tırmıklarla yarısı harmanın doğusuna, yarısı batısına yığılıp “tınar yeli”nin çıkması beklenir. Tınar yeli çıkınca ellerinde yabalarla sıraya giren çoğunlukla kadın ve genç kızlar (gerektiğinde erkekler de katılır) yığından önlerine bir miktar çeker ve yabalarla savura savura karşı tarafa yürürler. Bu sefer ters dönerek o taraftaki yığından bir miktar önlerine çekerek savurarak geldikleri istikamete ilerlerler. Bu prosedürü tekrar ede ede harmandaki materyalin tamamı savrulmuş, tınar yeli sayesinde zamanla daneler birbirinden ayrılmış olur. Bu işlemin, aynı günün akşam üzeri esen “tınar yeli” süresi içinde (ki bu yel sürekli değildir. Çok kere güneş batımı sırasında kesilir) bitirilmesi, ertesi gün yeniden bir harmanın kurulabilmesi için harman yerinin boşaltılması gerekir. Bunun için tınar yeli başlayınca o gün kendi harmanı olmayan, boş olan herkes komşu harmanlardan birine koşarak “tınar savurma” işine gönüllü olarak katılır. Bu, köylerde çok tipik bir yardımlaşma örneğidir. Tınar savurma sonrası, daneler kalburdan geçirilerek çuvallara konup eve, saman yığını samanlığa taşınır. Harman yeri ertesi güne hazırdır. “Irgatlık” denen “hasat zamanı” Haziran ortalarından Ağustos başlarına kadar sürer. Daha önce de belirtildiği üzere, köyde çoğunluğun üç, beş, altı harmanlık işi vardır. 30 gün harman süren ancak iki, üç aile söz konusudur.

Harman yerinden ırgatlık sonunda da yararlanılır. Örneğin bulgur kaynatanlar bulgurunu tercihen harman yerine serdiği örtülerde kurutur ki bu kurutma iki, üç gün sürer ve eve götür getir olmasın diye gençlerden bir iki kişi harmanda yatar. Değirmene gidecek buğdayını yıkayanlar da harman yerinde kurutur (Bir günde kurur). Daha sonraları eriştesini, tarhanasını kurutanlar, hatta yatak yünlerini serip döverek kurutanlar da harman yerinden istifade ederler. Zira harman yeri çevresine göre temiz, betonlaşmış gibi sert, düz bir alandır. Harman yerlerinin gözde kullanım yerlerinden biri de köy düğünlerinde misafir ağırlama ve güreş tutma yerleri olmalarıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2.Bağlar

Köyün tarlaları arasında her ailenin az veya çok (büyük veya küçük) bir bağı vardı. Örneğin bizim evimize 500-600 m. mesafede 4-5 hektar büyüklükte bir bağımız vardı. Girişte üstte bir oda ve balkonu olan "köş" dediğimiz bir yapı ve onun önünde yaz kış suyu olan bir kuyu vardı. Bağın kuzeyinde, kuyudan itibaren duvarlara paralel birbirini takip eden hendekler bulunurdu Bu hendekler kışın su ile dolu olur, güneye doğru hafif meyilli bağ arazisi (üzüm kütükleri ve bağ içinde serpili şeftali ağaçları) yazın dipten rutûbet alarak bu sulardan yararlanmış olurdu. Bağın duvar diplerinde çeşitli armut, elma, erik ağaçları, badem, kiraz, ayva, zerdali ağaçları bulunur. Duvar diplerinde kezâ yer yer de beyaz ve siyah incir kümeleri yer alırdı. İncir bizim oralarda Ege bölgesinde olduğu gibi ağaç halinde değil, öbekler halinde boylu çalı görünümündedir. Uzun boylu bir insan olgun bütün incirleri merdivensiz toplayabilir.

Bağı oluşturan üzüm kütükleri belli bir düzen göstermez; gelişigüzel dağılmıştır. Çok çeşitli üzüm söz konusudur. (Ak üzüm, kara üzüm, şehir üzümü, çavuş üzümü, parmak üzümü, müşküle, misket vs.) Bağ içinde serpili olarak meyvesi kırmızı, sarı renkil şeftali ağaçları da vardır. Bağlarda sulama imkânı ve âdeti olmadığı için üzümler de şeftaliler de küçük fakat çok tatlı olur. Üzümlerin müşterek özelliği tatlı oluşları yanında çok ince kabuklu olmalarıdır. Duvar diplerinde yer alan armutlardan bir kısmı yaz armudu, bir kısmı da sonbaharda toplanıp kış boyunca yenilen kış armududur. Bademlerin de bir kısmı baharda yeşil yense de çoğu kışa saklanır. Bazı aileler iç badem olarak satar.

Üzümler 25 Ağustostan itibaren önce çavuş üzümleri olmak üzere olgunlaşmaya yüz tutar. Eylül sonunda bağ bozumu başlar. Hemen hemen bir buçuk aya yakın bir zaman diliminde köy çocukları olan bizler her gün bağın içinde adı geçen her türlü meyveyi ve üzümleri, tabiî olgunluğa erişmiş olarak dalından koparıp yeme imkânı bulmuşuzdur. Meyvelerin fazlası hoşaflık olarak kurutulur. İncirler reçel yapılır. Erikler kezâ kurutulur yahut pestil yapılır.  Üzümler küfelere doldurulup hayvanlarla eve taşınır. Evin avlusunda bulunan büyük taş oluğa doldurulur. Bu oluğun dışa akımı olan bir kurnası vardır. Evin (yahut komşunun) genç gelin veya kızları tırnakları kesilmiş, ayakları iyice yıkanmış olarak bu oluk içine girerler; tepine tepine üzümleri ezmeye başlarlar; kurnadan devamlı şıra akmaya başlar. Bu şıralar kalaylı büyük kazanlarda toplanır. Şıra içine belli ölçüde “pekmez toprağı” diye bilinen alkelen beyaz renkte toprak koyularak kaynatılır. Sabaha kadar dinlenmeye bırakılır. Sabahleyin toprağın dibe çöktüğü parlak renkli şıranın, pekmez kaynatmaya mahsus geniş ve derin tavalara akması başlar. Bu tavalar gene avluda “pekmezlik” adıyla tanınan yan yana ocaklar içeren büyük şömine ocakta bol odun ateşi ile kaynatılmaya başlar. Özellikle pekmez kıvama yaklaşırken taşma tehlikesi arttığından ocağın başından hiç ayrılmamak gerekir. Kıvamı tanıyanlar pekmez tavalarını zamanında ocaktan indirir.

Eğer kış için bir miktar “bulama” da yapılsın isteniyorsa, pekmez tavasından birinin biraz daha fazla kaynatılması gerekir. Bu tava önce soğumaya terkedilir, sonra düz bir yere, çuval veya minder serilerek tava sağa sola oynamayacak şekilde yerleştirilir. Tavanın iki yanına karşılıklı iki kütük yahut kısa olarak konur.(?) Genç ve kuvvetli iki hanım kollarını dibe kadar sıvayıp karşılıklı otururlar. İki üç yumurtanın beyazını bir tabak içinde iyicene çırpıp pekmeze ilave ettikten sonra elleri ile pekmezi uzun zaman döverler. Dövdükçe pekmez hem beyazlaşır hem koyulaşır (Zaten bizim oralarda buna “bulama” denmez; “ak pekmez” denir.) Kıvamına gelen ak pekmez tahta ölçeklere koyulur; katılaşmaya bırakılır.

Taş olukta kalmış üzüm posasına bir iki kova su dökülüp, karıştırılıp çiğnendikten sonra çuvallara koyulup gene taş oluk içinde üzerlerine ağırlık (el değirmeni taşı) konarak sızan, bu defa sulu olan ikinci şıra pekmez yapılmaz; sirke yapılır. Sonbaharda bol miktarda biber, salatalık, domates, lahana turşusu kurulur. Turşu ziftli çömleklerde veya küplerde, cam damacanalarda kurulur. Ev ihtiyacından fazla yapılır. Dağ köylerinden gelen misafirlerin giderken heybelerine koyulur; böylece köylerinde çocuklarının da yararlanması düşünülür.

 

 

 

 

 

 

 

3.Bostanlar (Çay)

“Bostan” Türkiye’nin birçok yerinde karpuz, kavun tarlalarına verilen addır. Bizim köyümüzde bostan “çay” aşağıda anlatılan anlamdaki üretim alanıdır. Şöyle ki:

Köyümüzün doğusundaki Dağdabası köyü ile Akveren köyü müştereken, Dağdabası köyü doğu sınırında Araç Çayına kadar müdahale ederek kazıklar, dallar, taşlarla (bir nevi bent) su kabartarak bir miktar suyu, kuzeyden geçen Kastamonu-Safranbolu yoluna paralel açılan ve Akveren köyü arazisinin batı hududunda son bulan (O noktada bir de değirmen vardır) takriben beş, altı kilometrelik bir kanala sevkeder. Bu sulama kanalına “ark” denir. Ark bir insan boyu derinliğinde, bir buçuk metre genişliğinde olup, iki değirmen çevirebilecek miktarda su akıtır. Köylülerin bostanları işte bu ark denilen sulama kanalı ile, güneyden bu kanala paralel akmakta olan Araç Çayı arasındadır. Kanaldan (arktan) alınan sularla herkes kendi bostanını “salma su” ile sular. Araç çayı istikametinde hafif bir meyil olduğundan sulama kolay olur. Fazla su Araç Çayına karışır.

Köyde her ailenin “çay” diye anılan bu sulanabilen arazide küçük veya büyük ve ama herkese ihtiyacını karşılamaya yeten bir bostan (bahçe) alanı vardır. Toprak, taban arazisi olduğu için derin ve münbit bir topraktır. Sulamada kullanılan Araç Çayı suyu o zamanlar kezâ berrak, içilebilen bir suydu. Bu şartlara ilaveten, hayvan gübresi kullanımı da var olunca bu bahçeler biraz sonra anlatacağım çeşitli üretimiyle cennet bahçelerini andırır. Ancak bu güzelliğin, verimliliğin devamı bendin bozulmaması ve kanalın (arkın) temiz tutulmasına bağlıdır. Özellikle Haziranda gündönümünde vaki olan büyük seller Araç Çayını azgınlaştırıp bendi yıkmakta, suyun kesilmesine sebep olmaktadır. Bahçeler susuzluktan yanmadan köyler halkının imeci usûlüyle, fiilen katılamayanların yerlerine yevmiyeli işçiler tutarak suyun tekrar salınmasını temin etmeleri gerekir ki genellikle bunu hemen yaparlar.

İkinci önemli husus, arkın (kanalın) temiz tutulmasıdır. Muhtarlık su salınmadan önce arkın temizlenmesini (ark silme) ısrarla ister ve bu işi herkesin yapmasını temin eder. Bu sûretle yaz boyunca sulama imkânı olan bu bahçelerde neler bulunur? Ben bizimkini örnek olarak anlatayım. Kapıdan girince ark kenarındaki meşe ve erik ağaçlarına sarılmış asmalardan salkım salkım üzümler sallanmakta, ark üzerindeki küçük köprüyü geçince arka paralel dar bir şerit arazide kırmızı elma ağaçları, erik ağaçları, ondan sonraki daha geniş bir şeritte büyükçe bir oda büyüklüğündeki bir kısımda bamya, bir salon büyüklüğündeki alanda domates, bir o kadar yerde salatalık, bir oda büyüklükteki yerde patlıcan, yanında bir o kadar sahada biber, müteakip parselde gene bir kısım yerde çalı fasulyesi, yanında kabak, yanında soğan, sarımsak, nane, maydonoz vs. Arazinin geri kalanının tamamında mısır ile fasulye tohumu karıştırılarak ekilir. Mısırlar fasulye için sırık görevini görür, fasulyeler mısırlara sarılarak yükselir.

Bahçenin yahut bostanın yahut genel anlamda “çay”ın kenar hudutlarında erik ağaçları (bunların bazılarına üzüm asmaları sarılmıştır), gene elma, ceviz, şeftali bulunur. Erikler çok çeşitlidir. İlk olgunlaşan ak erik, en yaygın olan “çankırı eriği” olarak bilinen yuvarlak kırmızı eriktir. Siyah mürdüm, sarı renkli mürdüm, bardak eriği, “deli erik” başlıca erik çeşitleridir. Deli erik çok iri, hemen hemen küçük bir tavuk yumurtası yahut küçük bir şeftali büyüklüğündedir. Isırmadan, ağıza bir defada alınıp yenemeyecek kadar büyük, çok sulu bir eriktir. İki tane yerseniz acele aptes bozacak yer aramaya başlarsınız. Onun için babaannem bu eriği ayrı toplar, öteki eriklere karıştırmadan onun ezmesini, pestilini ayrı yapar, kışın kabızlık çekildiği hallerde, akşamdan suya konmuş bir miktar delierik pestilini veya ezmesini müshil yerine kullanırdı. Diğer eriklerden mürdüm erikleri, bardak eriği, çizilip kurutularak hoşaflık için kullanılır. Bunlardan fazla olanlarla Çankırı eriğinin ezmesi, pestili, şerbetliği yapılır. Çayda (bostanda) yetişen şeftaliler, sebzelerle devamlı sulandığından bağda yetişen şeftalilerden hem çok daha büyük, hem ince kabuklu ve çok suludur. Bağdan toplanılan şeftaliler kalburlarda evde günlerce bozulmadan dururken, çaydaki şeftaliler küfelerde çaydan köye kadar eşek sırtında getirilirken bile bozulma, akma istidadı gösterir. Babaannem çay şeftalisini ya hemen komşulara dağıtır yahut en yakın dağ köyü “Yacı”ya gönderip orada dağıttırırdı. Tabiri de “Oğul çürüyeceğine insan kursağına gitsin” olurdu. Zaten Safranbolu’da  misafire meyve ikram edildiğinde nazlanır yemez yahut çekingenlik gösterirlerse “Yiyin Allah aşkına, siz yemezseniz ineklere vereceğiz” diye ısrar edildiği söylenir.

Elmalara gelince; yaygın olan elma, ince kabuklu, sulu, kırmızı renkli “Kastamonu elması”dır. Bu elmanın ağaçtan elle toplanıp ihtimamla taşınması halinde, tavan arasına serilmesi sûretiyle Nisan, Mayıs aylarına kadar çürümeden (sadece hafif buruşarak) kaldığı görülür.

Yere düşen, elle toplanmayanlar doğranıp (dilimlenip) çekirdekleri alınarak kurutulur ve hoşaflık olarak saklanır. Bunun dışında yeşil, mayhoş, çok iri bir elma da “eşek elması” diye bilinen elmadır; çok yaygın değildir.

Ceviz ağaçları sebzelerle sulandığı için bağlardaki, tarlalardaki ceviz ağaçlarına nazaran çok büyümüş ağaçlardır. Bizim çaydaki ceviz ağacımızın gövdesi çok kalın, tepesi çok geniş bir küre şeklinde idi. Her sene meyve verir, iki senede bir de çok zengin meyve verirdi. Böyle yıllarda bir tek ağaçtan 16 gaz tenekesi ceviz alırdık. Avuçta kırılan, ince kabuklu, içi beyaz ve hiç çürüğü olmayan bir cevizdi.

Yaz boyunca haftada bir sulanan bu bahçeler canlı yeşilliği, her çeşit ürünü ile çok cezbedicidir. Köylü her vesile ile her gün çaya iner. Çay ile köyün arası üç kilometredir. İniş yokuş aşağı kolay (ve 20-25 dakika), dönüş yokuş yukarı zordur. Merkeple (hele merkepte yük de varsa ki daima olur) 50-60 dakikayı bulur.

Çayda öğle yemeği için hemen ocağa bir tencere koyulur. Hemen toplanan taze fasulye, domates, soğan vs. ile etli bir fasulye pişirilir. Bulgur veya pirinç pilavı pişirilir. Asmalardan bir sepet üzüm toplanıp arka (suya) sallandırılır, soğumaya terkedilir. Mis gibi kokulu taze hıyar olgun kıpkırmızı domateslerle bol salata da yapılınca öğle yemeğine oturulur. Kaba meşe gölgesinde, akarsu kenarında iştahla öğle yemeği yenirken meşe ağacına sarılmış asma üzümünden nasibini almaya gelen “sarı asma” kuşlarının sesi duyulursa, hemen yandaki tüfeğe sarılıp sarı asma avı da bu arada gerçekleşir. Yemekten sonra gençler Araç Çayına yüzmeye gider. Yüzülecek yerler çayın yer yer kıvrımlar yaptığı yerlerde şişkinlik yapıp derinliği insan boyunu aşan kısımlarıdır. Buralarda hem yüzülür hem de yüzerken su da içilir. Çayın bu kısımları sazan balığı avlamaya da müsait olan kısımlarıdır. Gençler Araç Çayında yüzerken, küçük çocuklarla kadınlar da arkda yıkanırlar. Arktaki su kadınların göbek hizasında bir derinliğe sahiptir. Çayın suyuna nazaran biraz bulanıktır. Su yüzünde, geçtiği bahçelerdeki ağaçlardan düşmüş elma ve cevizler gelir. Bunların iyilerini yüzerken toplayıp kıyıya atmak çocukların hoşlandığı bir iştir. Yüzme (serinleme) sonrası ocağa en büyük tencere tekrar konur. Taze mısır pişirilmeye başlar. İkindi vakti gençler dönünce mısır ve ceviz yeme faslı başlar. Kebap mısır sevenler zahmetine kendisi katlanmak üzere, ocakta birikmiş kor ateşte mısırını pişirir. Ayrıca ceviz öşerek (çakı ile iç çıkararak) hazırlık yapılır. Mısırı cevizle beraber yemek çok iyi olur.

Akşama doğru (güneş batımına bir saat kala) köye dönüş hazırlığı başlar. Küfelere domates, hıyar, patlıcan, biber evin birkaç günlük ihtiyacı sebze ile olgunlaşmış (bırakılması halinde çürüyecek olan) meyveler konur. Koçanları alınmış boş mısır kozaları kesilip akşam sağılırken ineklere verilmek üzere hazırlanır. Küfeler karşılıklı eşeğe yüklenir. Mısır kozalarının yarısı bir tarafa yarısı öbür tarafa olmak üzere küfeler üstüne konup bağlanır. Ailenin en yaşlısı (babaanne veya dede) küfelerin arasına (semerin oturak yerine) oturur. Gençler de arkadan yürüyerek köy yoluna çıkılır. Daha önce de belirtildiği gibi arazinin meyili nedeni ile çıkış inişe göre zordur. Yolun yarısına yakın bir yerde “Çatal sakızlaa”da veya “Yarımeşe”de yayaların biraz durup dinlenmesi âdettir. Köyümüzün yetiştirdiği ilk yüksek öğrenim görmüş kuşağından, şair ruhlu sayın valimiz Nail Memik’in “Çatal Sakızlaa” adlı şiirini buraya alıyorum ve kendisini rahmetle anıyorum.

 

 

Çatal Sakızlaa

Çaydan köye dönerken yokuşun ilk durağı,

Ardında Delioğlan’ın, Ömer Çavuş’un bağı,

Cin Doruğu’na yakın birkaç örümcek ağı...

Sana kişilik verdi bir çatal dal, sakızlaa;

O yıllardan bu yana, adın: Çatal Sakızlaa

 

Karşı dağlarda Çerçen, ötede Kadıbükü,

Özgür özgür seyrettim üstünde mavi gökü

Genellikle bu yolda merkepler çekti yükü,

Ayaklarında, şık şık ederdi nal, sakızlaa

Artık hatıraların kaldı Çatal Sakızlaa.

 

Kadınlar, dönerdi köye akşam yelinde,

Üstte uzun bir entari ve de Belbağ belinde,

Omuzda, kazma, kürek, bel vardı (bağ belinde)

Geçerlerse bir daha, gölgeler sal, sakızlaa

Yalnızlığına üzülme, küsme Çatal Sakızlaa

 

Başta üskülük, yazma ya da devrin Akpoğ’u

Konuşulan şeylerin dedikoduydu çoğu

Böylece çıkılırdı dik Abdulla Doruğu

Damad ve Gelinlerde de örterdi “şal” sakızlaa

Hatıralarda kaldı her şey Çatalsakızlaa

 

Erkeklerin başında kalpak, fes, şapka, külah

Belde Tosya kuşağı, kama, bıçak ve silah

Çedik, tahta yemeni, mes, kundura.. Fakat âh

Kimi yoksuldu, kimi yığardı nal, sakızlaa

Sen hepsini saygıyla yâdet Çatal Sakızlaa

 

Atla geçen olurdu, merkeple ya da yaya

Kağnılar, tırmanırken seslenirdi doğaya.

Kaç yıl baktım, “Yayla”nın üstünden doğan Aya

Bıkma bu güzellikten, ilhamlar al, sakızlaa,

Bulunur konuşturan seni, Çatal Sakızlaa

 

Pek çoğunun çok dardı evinin idaresi,

Bir kısmının harplerde kayboldu ciğerpâresi

Güneşte parladıkça Davdoba minaresi

Sen, düşünür kurardın nice hayal, sakızlaa

O zamanlar yeşildim, gürdün Çatalsakızlaa

 

“Deh” dediler dürttüler koza yüklü eşeğe,

Sığırların peşinde, çıkarlardı “Keşiğe”

Selam yolladım eski dostun Yarımeşe’ye

Bu yokuşta kalmazken dizde mecâl, sakızlaa

Gölgende dinlendirdin halkı Çatalsakızlaa

 

Gördün, Araç Çayında uğultulu taşkınlar

Koç Çavuş’un bağında patlak veren baskınlar

Önünden geçti nice akıllılar, şaşkınlar

Kimi acı söylerdi, kimi de bal sakızlaa,

Sen hiç ayırım yapmadın, sevdin Çatalsakızlaa

 

Yağmur yağmaz aylarca, toprak çatlak ve katı,

Bakarım, bulutlanır, sonra açardı batı,

Toprağı oynattıkça Garbâ’nın Koca At’ı,

Saygı olsun diyerek eğdin bir dal Sakızlaa,

Kurtla kuşla selamlar şimdi, Çatalsakızlaa.

 

Aşağlarda bir taşta vardı sanki bir nal izi,

Düldülündür diyerek kandırırlardı bizi.

Görmek için bu yoldan sapardık dizi dizi

Unutulsa da o taş, hâlâ kutsal Sakızlaa

Her akşam, bizden selam söyle Çatalsakızlaa

 

Geçit resmi yaptılar nice eski kuşaklar,

Büyüdü çocuklar ve başta çoğaldı aklar

Senin gür dalların da bir gün kuruyacaklar

Buna yürek burkulur, fakat doğal, Sakızlaa,

Yeniden sök o zaman, fışkırır Çatalsakızlaa

                                                             Nail MEMİK

              *                      *                      *

Bağ bozumuna nazaran, “Çay bozumu” daha uzun süren ve daha çok işi, zahmeti içeren bir süreçtir. Önce eriklerin dökülüp telef olmadan toplanıp, köye taşınıp ezmesinin, pestilinin yapılması, çizilip hoşaflık olacakların kurutulması gerekir. Erik ağır bir yüktür merkep için; onun için küfeler ancak yarısına kadar doldurulup eşeğe yüklenir. Gene de hayvan çok zorlanır. Boş giderken zaman zaman çok yavaş yürüyen eşek, sırtına bu ağır yük yüklenince, zorlanmasına rağmen yükü menziline (gideceği yere) bir an önce götürüp sırtından atmak hiç “deh” dedirtmeden hızlı hızlı yürüme gayreti içinde olur.  Günde iki üç sefer yapmak gerektiğinde, bu iş eşek için olduğu kadar refakatçi için de zor ve sıkıcıdır.

Sonra elma toplayıp taşıma başlar. Sonra domatesleri taşıyıp salça yapma işi vardır. Üzüm toplama, sebze parsellerini bozma, fasulye (kuru) toplama, mısır kırma işleri başlar. Bu arada cevizler de olgunlaşmıştır. Ceviz dokuma ve toplama işleri de devam eder. Onların da köye taşınması her gün defalarca köye sefer yapmayı gerektirir. En son hasad edilen mahsul bal kabaklarıdır. Yeşil organları tamamen kurumasına rağmen babaannem tırnakları ile muayene ettiği kabakları daha “yetilmemiş” (olgunlaşmamış) diye toplatmazdı. İneklere kışın yedirmek için kesilip kurutulan mısır kozalarının taşınması aşamasında, koca kocaman, çeşitli renkte (beyaz, gri, siyah) bal kabakları da gene o çilekeş eşekle köye taşınır. Böylece çay bozumu da gerçekleşmiş olur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

4.Köyde Hayvancılık

Köyün kuzeyinde, doğu-batı istikametinde bir şerit halinde uzanan Kepez Sırtı ile köyün güneyinde, doğusunda Davutoba köyü sınırı, batısında Yörük köyü köy hududu ile sınırlı, güneyinde Araç Çayı vadisine kadar 5 km. genişlikte bir alan Akveren köyünün mer’asıdır.

Köyde her evin en az bir ineği, bazılarının iki ineği, birçok ailenin de birer çift öküzü bulunmaktaydı. Davar sürüsü sahibi üç aile vardı. Akçagil’in takriben 200 baş, çoğu erkeç diye bilinen (Akdeniz mıntıkası kara keçilerinden farklı, beyaz uzun tüylü, nispeten daha iri yapılı, eti daha makbul, ishal yapmayan) hayvanı vardı. Bunların arasında koyun sayısı pek azdı. Sürünün çobanı ailenin oğlu Deli Tevfik idi.

İkinci sürü sahibi aile Toruçgil’di. Onların da sürüsü takriben 200 baş hayvandı. Toruçgil’in sürüsünü tutulmuş (ücretli) çoban güderdi.

Üçüncü sürü sahibi aile Çakırağagil’di. Takriben 100 baş hayvanları vardı. Sürüyü, sahibi Sabri kendisi güderdi. Sabri genç, ileri derecede sigara, çay, rakı tiryakisi idi. Köyün gençleri ile iyi diyalog kurar, hıdrellezlerde, ziyafetlerde, kurban bayramlarında daha çok satış yapardı. Onun sürüsünde koyun ve kuzu nispeten daha çok olurdu.

Yazın çok sıcak günlerinde hayvanların bazıları hastalanırdı. Deli Tevfik’in Kepez sırtlarından aşağıdaki evine doğru yüksek sesle “Baba davar hastalandı, acele pıçak getir” diye bağırdığını duyardık. Alelacele kesilen, hastalığın ne olduğu araştırılmadan kesilen hayvanın eti aynı gün ücretli, ücretsiz komşular arasında paylaşılır, yenirdi.

Büyükbaş hayvan olarak (öküzler hariç) 60 haneli köyün 100 civarında ineği vardı. İnekleri gütmek (otlatmak) için özel tutulmuş bir çoban yoktu. Her gün bir aile inekleri gütmek sûretiyle bu problem halledilirdi. Bir mevsimde her aileye en az iki defa sıra gelirdi. Buna “sığır keşiği sırası” derlerdi. Biz çocuklara çok zor gelen, çok yorulduğumuzu, sıkıldığımızı hissettiğimiz bir işti bu.

İnekler sabahleyin sağıldıktan sonra, her aile ineğini erkenden köy meydanına getirir. O gün görevli aileye teslim eder. Aileden en az üç, varsa belki dört kişi o gün vazifelidir. Eşeğin heybesine öğle yemeği (azık) ve gün içinde içilecek su konur. Sığır sürüsü Araç Çayı istikametindeki mer’aya sürülür. Bir kişi sürünün bir yanında, öteki öbür yanında, bir kişi de gerisinde yer alır. Sürünün rahat otlayabilecek şekilde yayılması fakat hâkim olunamayacak kadar dağılmaması gerekir. Önemli olan bir husus da, sürünün ilerleme hızını ayarlamaktır. Sığırların öğle istirahatleri Araç Çayı kıyısındaki çınarların veya cevizlerin gölgesinde, "eylek" diye adlandırılan muayyen yerlerde olacaktır. O halde, köyden Çay’a üç kilometre mesafeyi saat 12 ile 12.30’da Çay’da olacak şekilde ayarlamak gerekmektedir.

Haziran ayında “sığır keşiği” sırası gelmiş kimseleri bazı ek sıkıntılar da bekler. Bu ayda bazı hayvanları “kölek tutar”. Bu, şu demektir: Bu ayda, bir cins büyük arı hayvanın tam kuyruk dibine sokulup hayvanı sokar. Canı yanan hayvan ne boynuzu ile ne de  kuyruğu ile bu böceği uzaklaştırabildiği için can havli ile kuyruğu havada bütün hızıyla koşarak sürüden ayrılır. Bu olaya “kölek tuttu” denir. Kölek tutan ineğin peşinden bir kişinin de koşması, onun çay istikametine mi, yoksa komşu köy arazisi içinde mi koştuğunu tespit etmesi, ineği sonradan nerede bulabileceğini tahminde yararlı olur. Zira akşam herkesin ineğini sahibine teslim sorumluluğu taşımaktadır.

Sürü öğle vakti Çay’a, “eylek yerine” ulaşınca hayvanlar çaydan su içip, gölge yerlere gelir yatarlar. Güdücüler su içip bazen de Çay’a dalıp çıktıktan sonra (yıkandıktan sonra) kumanyalarını yer, istirahate çekilir. Saat 15.00 de bu defa Çay’dan köye doğru yokuş yukarı otlatma seferi başlar. Sıcaktan fazla etkilenmemek için biz çocuklar önce elbisemizle Çay’a girip çıktıktan sonra bu sefere katılırız. Akşam gün batarken sürüyü sağ salim köye getirdiğimizde, üzerimizdeki her şey de kurumuştur. Bu zahmetli iş ancak 60 gün sonra tekrar bize gelecektir.

Köyde et için besi hayvancılığı yoktur. Köyde yazın, köyün kasabı Şevket haftada iki gün sığır keser. Bunu başka yerlerden satın alıp getirir. Kesilen hayvanın etinin kolay satılması için “semiz” olması, yani yağlı olması lâzımdır. Yavan et, yağsız et makbul değildir. Gerçi ne türlü olursa olsun, Kasap Şevket’in eti birkaç saat içinde satılmış olur. Şöyle ki; haberi olanlar zaten kesip parçalarken kasabın yanındadırlar; en iyi kısımlarından alacaklarını alırlar. Geri kalan eti kasap herkesin nüfus sayısını, ödeme gücünü bildiği için, kendi takdirine göre taksim eder ve oğlu ile evlere gönderir. Para hiç önemli değildir; verirseniz alır; vermezseniz deftere yazar. İstanbul’a gittiğinde fırınları dolaşır, paraları tahsil eder.

Kış aylarının et ihtiyacı, Kasımda her ailenin bir besi ineği alarak ondan kıyma ve kavurma yapıp saklaması sûretiyle karşılanır. Kışlık kıymanın yapılması için havaların iyice serinlemesi, Kasımı beklemek, tüketiminin de Mayısa kadar bitirilmesi gerekir (Buz dolabının olmadığı dönemde). Kesilecek hayvanın semiz (yağlı) olması özellikle istenir. İneği yağsız çıkan komşusundan yağ takviyesi alır. Zira kıyma ve kavurmanın kış boyunca bozulmadan emniyetle saklanabilmesi, kaplarda basılıp dondurulması sırasında yağın üste çıkıp beyaz bir tabaka halinde donmak sûretiyle, kıymanın da hava almasını önleyerek bozulmamasında (serin yerde saklamak yanında) yardımcı olur.

Kıyma kavurma, iyi yemek yapmak kadar maharet ister. Künde üzerinde balta ile dövülerek yahut elle çevrilen et makinesi ile kıyılan kıymalar büyük pekmez tavalarında kavrulur. Tavaya koyulan kıyma kitlesini ateşte, suyunu saldığı dönemde, büyük kepçe şeklindeki tahta kaşıklarla devamlı karıştırarak, ezerek topaklar halinde olmaması, çözülmüş homojen bir duruma gelmesi sağlanır. Bu aşamadan önce tuz koymamak gerekir. Tuz eti sıktığı için bahis konusu işlemi zorlaştırır. Kıyma suyunu çektikten, kendini salıp kavrulma aşamasına gelirken tuzu ilave edilir ve devamlı karıştırmaya özen gösterilerek dip tutmasına engel olunur. Köpürerek kavrulmakta olan kıyma hafif kahverengi olup üstteki yağ tabakası göz göz delikler halinde köpürürken ateşten çekilir. Yaşlılar (babaannem) bu kıvamı çok iyi ayarlar. Zira tam kavrulmama, bozulma riski yaratır. Çok kavrulma yanma riski taşır. Ocaktan indirilen kıyma hemen (sıcakken) hazırlanmış kalaylı bakır tas, derin tabak, küçük boy sığ tencere gibi münasip kaplara tahta kaşıkla bastıra bastıra doldurulup (bu arada kıymanın üstüne yağın çıkması, kapatması sağlanır) soğumaya terkedilir. Ertesi gün, donmuş kıymalar, kondukları kaplar hafifçe ısıtılarak kaplardan çıkartılır; sepetlere koyulur ve serin bir odada asılarak saklanır. Genellikle kıyma esastır. Kavurma az yapılır. Aynı yol takip edilir.

Köyde bu anlatılanlar dışında et ihtiyacı zaman zaman horoz kesmek, ihtiyaçtan fazla tavukları kesmek, kaz, hindi kesmek sûretiyle karşılanır.

Köyün kasabı Şevket, kırmızı tombul, güleç yüzlü, şişman, hoşsohbet bir adamdı. Az konuşurdu, fakat her söylediğini tekrar ederek konuşmasını sürdürürdü. Bir Haziran günü, ikindi namazı sonrası cami şadırvanında sohbet edilirken hava birden karardı. Sağnak gelecek sanıldı; gelmedi. Fakat kararma hâli uzun süre devam etti. Aradan bir iki saat geçtikten sonra Şevket şöyle mırıldanıyordu: “Öğ, akşam oldu gibi olalı, epey oldu. Bu uşaklar (çobanları ve sığır güdenleri kastediyor) bugün bu akşamamın olmadığını bilememeli idiler. (Çünkü o zamanlar ne cep radyosu var, ne saatleri var) Akşam oldu sanmalı idiler, Allah Allah, ne devar geldi ne sığır geldi”. Bu kendi kendine söylemi duyan o zamanın çocukları (öğrencileri) bizler, gündüz vakti ne zaman hava kararsa, hemen “Akşam oldu gibi olalı epeyce oldu” tekerlemesini söyler, gülerdik.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

V. Köyde Sosyal Hayat

Köylünün kış ayları hariç, her mevsim yapacağı işler vardır. Tarlalarını güzün ektirememiş olanlar toprağın tava gelmesi ile birlikte gecikmeden bu işi yapar veya yaptırır. Gene erken ilkbaharda bağlarında boş yerleri varsa, bağda veya tercihen Çay’da soğan sarımsak ekerler. Derken bağ beleme, bağ ayıklama, bağ çapalama, bu arada Çay’da fasulye, mısır ekimi, salatalık, kabak ekimi, domates, patlıcan, biber fideleme gibi işler önem kazanır. Onların sulanması, çapalanması devam eder. Derken ekinler olmaya başlar. “Irgatlık” denilen yoğun iş periyodu başlar. Irgatlık sonunda da, sonbaharda bağ bozumu, çay bozumu başlar. Bu işleri, kışa hazırlık faaliyetleri olarak bulgur yapmak, nişasta yapmak, erişte yapmak, tarhana yapmak, salça yapmak, turşu kurmak, değirmene buğday, mısır götürüp öğüttürerek bir kışlık unu ambara doldurmak gerekir. Sonbahar sonunda kıyma yapma, sucuk yapma, tarla kenarlarındaki meşelerden bir, iki tanesini keserek bağda, bahçedeki kurumuş ağaçlar varsa, onları keserek kışlık odunu avluda yığmak önemli işlerdir. Tarlaları sonbahar sonlarında ekmek (güz ekimi) tercih edilmelidir.

 

 

 

 

 

 

1.Okul

Köy ortasında köylünün kendisinin yaptırdığı bir ilkokul vardır. Bu okul hep üç sınıflı, tek öğretmenli olmuştur. Üç sınıfı bitirdikten sonra komşu köy Yörük köyündeki beş sınıflı ve beş öğretmenli yatılı bölge okuluna gitmişizdir. Bu okula Yörük köyünün kendi öğrencilerinden başka bizim Akveren köyünden, Sırçalı köyünden, Kadıbükü, Çerçen ve Kuzyaka köylerinden de öğrenciler gelirdi. Yatılı okula velîler kışlık odun getirir, mercimek, fasulye, nohut, soğan, un vs. aynî yardımda bulunurlardı. Öğretmenlerimizin hepsi öğretmen okulları mezunları idi. İçlerinden Saip Beyin sonradan, Ankara Dil-Tarih’te doçent olduğunu duymuştuk.

23 Nisanlarda okul, sınıflar o kadar güzel süslenir, öğrenciler, özellikle kızlar çeşitli renkli kropen kağıt elbiselerle o kadar güzel giyinirdi ki daha konuşmalar başlamadan, şiirler okunmadan heyecanı sabahtan başlardı. Öğretmenlerimizi çok sever, sayardık. Öğretmenlerden ikisinin (merhum Nezihe Hocahanım ile eşi Hilmi Bey hocamızın) Kastamonu Muallim Mektebinde babamın arkadaşlarından olduğunu sonradan öğrenmişimdir.[1]

Yörük köyü muhtarı Mustafa Bey de öğretmenler kadar sevilen, sayılan bir zâttı. Daima takım elbiseli, iskarpinli, tıraşlı, sarışın genç bir adamdı. Her gün okula gelir, okul ihtiyaçları ile ilgilenir, öğretmenlerle sohbet ederdi. 23 Nisan’da Cumhuriyet Bayramında müsamereler olurdu. Bu müsamerelerin provaları uzun sürerdi fakat sonuç çok başarılı olurdu. Bütün çoluk çocuk müsamere için okula gelir, büyük salonu tıklım tıklım doldururdu. Müsamere sonrası kalabalık, sanki İstanbul’da bir tiyatro yahut sinemanın boşalmasını andırırdı.

Beşinci sınıf erkek öğrencilerin hepsi (sınıfımızda başka kızlar da bulunmasına rağmen) Gökmen Hanife’ye âşıktı. Gökmenlerin Hanife’si ince yapılı, sarışın, hafif çilli, uzun örgü saçlı, güleç yüzlü güzel bir kızdı. Evleri köyün ortasında bakkal ve şekerci Şakir Usta’nın dükkânına karşı idi. Öğle paydosunda, akşam okul bitince akide şekeri almak için dükkâna koşanların bir amacı da gene Hanife’yi pencerede, evi önünde görmekti.

1950 yılı yaz döneminde, Ankara Yedeksubay Okulu’nda öğrenci iken, kısa bir süre izinli olarak köye gelmiştim. İkinci gün annem “Saimelere Gökmen Hanife gelmiş; görüşmek isterse gelsin diyorlar” dedi; gittim. O incecik Hanife şişman, iriyarı fakat hâlâ güzel bir kadın olmuş. Bir ziraat mühendisi ile evlenip İzmir’e yerleştiklerini, çocukları olduğunu söyledi.

Köyde ilkokulu bitirenlerden okumaya devam imkânı olanlar genellikle İstanbul’a giderdi. Benim çocukluğumda biz yeni neslin gıpta ile baktığı, kendisine örnek aldığı, yüksek öğrenim görmüş köylülerimiz şunlardı:

1935 yılında, Atatürk’ün Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Edirne milletvekili olarak aldığı ilk kadın milletvekillerinden biri olan dahiliye mütehassısı Dr. Fatma Şakir Memik ki uzun zaman milletvekili idi. Parti genel sekreterliği de (CHP) yaptı. Çok çalışkan, dürüst, vatansever bir hanımefendi idi. Her yaz 20 gün izinli olarak sözde istirahat için köye gelir, Safranbolu-Zonguldak seçmeninden değil, Edirne seçmeninden oy almasına rağmen, 20 gün sabahtan akşama kadar çevre köylerden akın akın gelen hastalara bakardı.

Vali Nail Memik, Siyasal Bilgiler Okulunu bitirdikten sonra çeşitli ilçelerde kaymakamlık yaptıktan sonra Kırklareli, Siirt valiliklerini müteakiben merkez valisi oldu. Çok çalışkan, vatansever, nazik bir insandı. Aynı zamanda şair ve yazardı.

Dr. Muharrem Şişman dahiliye uzmanı idi. İstanbul Üniversitesi'nden mezun olmuş, Büyükada’da uzman olmuş, Denizcilik Hastanesinde çalışmış, Karabük’te muayenehane açmıştır. İstanbul’da ve köyde köylümüze çok hizmet etmiştir.[2]

Hakim Muhsin Çekiç, Eskişehir İcra Tetkik Hâkimi, Adalet Komisyonu Başkanlığı yaptı.[3]

Mehmet Çekiç (Muhsin Çekiç’in ikiz kardeşi) İstanbul Yüksek Ticaret Okulu mezunu. Karabük’te serbest muhasebeci bürosu vardı.[4]

Kemal Buyurur. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunu. Malî müşavirlik bürosu vardı. Köylümüz işçilerini sosyal sigortaya kayıt yaptırmaları için devamlı teşvik etmiş, yol göstermiş, yardımcı olmuştur.

70 sene evvel bize örnek olan köyümüz okumuşları, bugün hepsi ebediyete intikal eden bu muhterem kişilerdi. Allah rahmet eylesin.

Sonra yüksek öğrenim görenlerin sayısı süratle arttı; tahmin ederim son yıllarda bu sayı 150’yi bulmuştur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2.Cami

Köyün sosyal hayatında caminin önemli rolü vardır. Cami sadece bir ibadet mahalli olarak değil, köyün ölüsü ile dirisi ile her zaman ilgili bir müessesedir. Köyün imamı köy muhtarı ile birlikte köyün sadık bekçileridir.  Köyün nerdeyse tamamen boşaldığı mevsimlerde de onlar köydedir. (Eskiden köy imamının maaşı köy bütçesinden ödenirdi.) Köy imamı son zamanlarda köyün santral memurluğunu da yapmıştır. Eskiden misafir de karşılardı. Köylü sıra ile hocaya ve muhtemel misafire her gün üç öğün, beşli büyük sefer tası ile yemek götürürdü. Hoca nöbeti gelecek aile birkaç gün önceden tedbirini alır (et tedariki, tavuk kesme gibi) en iyi yemekleri sunmaya çalışırdı. Çok kerede köy odasına ya jandarma yahut ilçe memurlarından biri yahut başka köylerden bir Tanrı misafiri gelirdi. İmamın Ramazanda, bayramlarda, Cuma günleri hiçbir şekilde izin talebi kabul edilmezdi.

Akveren köyünde kahve, kahveye gitme âdeti yoktur. Camiden çıkan cemaatin erkeklerinden isteyenler cami bitişiğindeki şadırvanda (üstü kapalı, ortada su fışkırtan yuvarlak, alt çevresinde abdest almak için musluklar olan, yüksekçe bir havuz, onu çevreleyen daire şeklinde oturacak yerleri olan mekân) otururlar, sohbet ederler. Sohbet konuları eskiden, harbi kim kazanacak (İkinci Cihan Harbi) tahminleri ile başlar, İstiklal Harbine ait hatıralara dönüşürdü). Çok partili hayata geçişten sonra konuşmalar siyasî ağırlıklı olmaya başladı.

Köy camisinde mevlüt okutmak, bir ibadet olmak yanında, köylünün erkek-kadın, çoluk çocuk bir araya geldiği ve hoşlandığı bir olaydır. Köyün hali vakti yerinde olanları, özellikle köyün kalabalık olduğu yaz aylarında ve tercihen yatsı namazından sonra (herkes tarlasından, bağından, çayından döndükten sonra) mevlüt okuturlar. Mevlüt okutan, Safranbolu’dan 200-250 adet somun ekmeği, şerbet için şerbet şekeri, gül suyu, mevlüt şekeri (200-250 külah) getirir. Mevlüdü köy imamı yanında, varsa misafir hoca ve köyün sesi güzel hafızlarından gönüllü katılanlar okur. Genelde mevlüt okuyanlardan köy imamına, varsa misafir hocaya şenbelik bir para verilir. Diğerleri para kabul etmezler. Mevlüt okunurken cemaate önce gül suyu dolaştırılır. Bir süre sonra şerbet dağıtılır. Daha sonra ekmek (somun) yahut şeker dağıtılır. Son yıllarda daha çok şeker dağıtılır olmuştur. Biz çocuklar eskiden hergün yufka yemekten bıktığımız için somun ekmeğini şekere tercih ederdik. Akşam yemeğini yiyip camiye tok karına gittiğimiz halde, mevlütte dağıtılan somunu eve gelene kadar yolda yerdik.

Köy camisinin bir fonksiyonu da cenaze kaldırmadadır. Köyde bir ölüm vaki olunca ilk iş sellah (sela) verilerek köylünün haberdar edilmesidir. Bunu öğle veya ikindi namazı sonrası defnedecek şekilde, cenazenin yıkanması, kefenlenmesi, cami önündeki musalla taşına koyulması izler. Erkek cenazeyi imam, kadın cenazeyi başta “Ebe kız” (babaannem) olmak üzere bazı kadınlar yıkar, kefenler. Köyde herkesin sağ iken alıp sandığında sakladığı kefeni, defin için bir miktar parası bulunur. Hazırlanmış tabuta konmuş cenazeyi erkekler evden alıp camiye, namazı kılındıktan sonra mezarlığa götürür. Kadınlar evde kalır. Ağlamalar, bağırıp çağırmalar evde olur. Kadınların camiye ve mezarlığa gelme âdeti yoktur. Cenaze arkasından fazla ağlayıp bağırma çağırmanın mevtânın ruhunu rahatsız edeceğine inanılır.

Kabirler doğu-batı istikametinde açılır. Cenaze yüzü güneye dönük olarak kabre koyulur. Talkın (telkin) verme, cemaat kabirden uzaklaştıktan sonra başlar. Definden 52 gün sonra (cenazenin etinin kemiğinden ayrıldığı zamandır denir) mevtâ için mevlüt okutulur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

3.Dinî Bayramlar

Ramazan bayramı (şeker bayramı) Ramazanla özdeşleştiği için önemli, büyük bayramdır. Ramazan ayının hemen her günü, oruç, sahura kalkma, iftar ziyafetleri, mevlüt, dua gibi toplantılarla bir ölçüde bayram gibi geçer. Büyükler tam, çocuklar “tekne orucu” (yarım gün öğleye kadar) oruç tutar. Tam gün oruç tutma sorumluluğu olan büyükler, eğer 30 gün devamlı oruç tutmayı göze alamıyorsa, Ramazanın ilk günü oruç tutmazlar. Aksi halde  61” giyerler (mahallî inanış bu.) Çocukların yarım gün oruç tutması (tekne orucu) da herhalde onları oruç tutmaya alıştırma âdeti olsa gerek. Bu, biz çocukların her gece davul sesini duyar duymaz kalkıp sahur sofrasına oturmamıza gerekçe olması bakımından önemli bir âdet idi. Zira sahur yemekleri, iftar yemekleri gibi, gün içi yemeklerinden daha iyi, zahmetli, özenli, o ölçüde lezzetli yemeklerdi.  Çok kere sahurda sıcak sahur yemekleri değil, “yağlı ekmek” yapılır, hoşaf yahut ayranla yenirdi. Yağlı ekmek için evin genç kızı veya gelini davul çıkmadan biraz önce veya davulun ilk sesini duyduğunda (ki en son bizim yukarı köye ve kapımıza gelene kadar bir saat geçer) kalkar, has undan (buğday unu) hamur yoğurur, yufka açar (biraz kalınca ve küçük) pişirilen her yufkaya, bir tencerede önceden hazırlanmış, eritilmiş tere yağı-süt karışımını önlü arkalı sürer. Özellikle sıcak ve yumuşak iken yağlı ekmek hoşumuza giderdi. Kapıya gelip, nağme söyleyen davulcuya da iki tane vermek âdetti.

Ramazan boyunca köyün her mahallesinde her akşam bir iftar açtırma olayı vardır. Mahalle çapındaki iftarlarda kadın erkek bir arada olunduğu da olur. Zenginlerin köy çapında verdiği iftar yemeği kalabalık olduğundan kadın, erkek ayırımı olur. İftar sofrası 15-16 kişilik yuvarlak yer sofrasıdır. Davetli sayısına göre sofra kurulur.

Yemek, iftarlık ve çorba ile başlar. Ortadan yenen 10-13 çeşit sahın (tabak) yemeğinden sonra ortaya börek tepsisi gelir. Meşrubat olarak hoşaf, şerbet veya ayran tasları elden ele dolaşır. Yemek sonrası kahve, çay ikramı yapılır. Sonra teravih namazı için camiye gidilir.

Mahalle içindeki küçük çaplı iftarlardan sonra evde cemaatle teravih namazı kılındığı da olur.

Ramazanın başında ve sonunda köyün emanetçisi (Katırcı Halil Çavuş) iki defa İstanbul’a gidip gelir. İstanbul’da fırınları dolaşır. Patronların ve çalışanların kimlere ne göndermek istediklerini tespit eder; ya parasını toplayıp onlar adına alışverişi de yaparak yükünü düzer, yahut aynı zamanda bizzat göndericinin aldıklarını da yüküne katar. Alınanlar genellikle Tahtakale çarşısı şekerci ve helvacılarındandır. Reçeller teneke kutulara koyulur, lehimlenir. Helvalar tahta kutulara bastırarak doldurulur; kapatılıp çivilenir. Şekerler kezâ şu sıra ile tahta kutulara koyulur: Kutunun dibine bir sıra kırmızı loğsa şerbeti şekeri konur. Onun üzerine bir sıra renkli halka şekeri, onun üzerine akide şekeri, en üste de lokum dizilip kutu (ölçek tabir edilir) kapatılır, çivilenir (ince cam çivisi veya gebgebi ile).

Emanetçi de toplanan bu mallar ilerde katır sırtına yüklenebilecek büyüklükteki ambalaj sandıklarına doldurulup çemberlenerek sefere hazırlanır.

Fırınlarda çalışan herkes kendi evine yukarda bahis konusu hediyelerin hepsini veya birini, ikisini gönderir. Fakat patronlar, kendi evlerine gönderdikten başka, köyün dul ve yetimleri başta olmak üzere, İstanbul’da çalışanı bulunmayana, bulunup da kazancı yeterli olmayanlara da gönderirler. Böylece emanetçi köye gelince herkes bir şeyler umar ve umduğunu da bulur.

Eskiden karayolları gelişmiş olmadığı için emanetçi yükünü vapurla önce Bartın’a, oradan katırla köye, demiryolu Zonguldak’a bağlanınca, önce vapurla Zonguldak’a, oradan trenle Karabük’e, oradan da katırla köye getirir olmuştur.

Yolculuk o günlerin şartlarında uzun ve yorucu olduğu için, emanetçi köye gelince bir iki gün istirahat etmek ister, yükünü hemen açıp dağıtmak istemezdi; fakat çoluk çocuk kapısına yığılıp isteklerini belirtince, sinirlenip pencereden bağırıp çağırarak “yarın gelin!” diye çocukları kovardı. Zaten köpeklerinden korkar, eve fazla yaklaşamazdık. Neyse, emanetçinin gönlü olup yükünü açınca herkes hediyelerini alır, güle oynaya evine döner. Teneke ve tahta kutular da kimin, kime gönderdiği yazılıdır. Gönderilenler Ramazan boyunca tüketilir. İkinci hediye dönemi için emanetçi zaten İstanbul’a gitmiştir. Bayramdan önce döner ve dağıtır.

Bayram öncesi (arife günü) herkes oruçludur. İnanışa göre o gün kuşlar bile oruç tutar.

Bayram, camide kılınan bayram namazı ile başlar. Bayram namazından sonra imam cami önünde, dış giriş kapısı önünde yerini alır. Cemaatin en yaşlısı imamla bayramlaşıp onun sağına geçip durur. Sonra gelen yaşlı, imam ve yanındaki ile bayramlaşıp sıradaki yerini alır. Bu minval üzere bütün cemaat yaş sırasına göre bayramlaşarak sıradaki yerini alır. Böylece erkeklerin ilk bayramlaşması camide olur. Bu işlemden hemen sonra, köy muhtarı cemaatle bir toplantı yapar. Bayramda “kollanga” (bayram yemeği) verecek aile reislerini tespit eder. Zaten ilk gün, en alt mahalleden başlayacağı bilindiği için onlar önceden hazırlıklarını yapmışlardır bile. Muhtar tespit ettiği sayıyı dört güne böler ve her bayram günü o kadar evde yemek yenecek demektir. Bunun bir diğer manası da her gün cemaat bu sayıya bölünecek demektir. Genellikle o gün, kollanga veren her eve, 10 büyük adam ve 5 çocuk olarak 15 kişi gider. Daha önce de bir başka vesile ile belirtildiği gibi köy sofrası (yer sofrası) 15 kişiliktir.

Taksim şöyle yapılır: Cemaat öğle namazından sonra caminin önüne çıkar. İmam veya cemaatin en yaşlısı o gün kollanga verecek aile reislerinin adlarını yüksek sesle duyurur. Mahalledeki sırasına göre ilk adı okunan aile reisi öne çıkar, cemaatin taksimini yapacak olan imam veya yaşlı kişi, elindeki bastonu ile on adamı, sen sen diye işaretler. Öbür tarafta bekleyen çocuk yığınından da beş çocuk belirler “çık” diye seslenir. Böylece ilk aile reisi misafirlerini alıp götürür. Aynı şekilde devamla cemaatin tamamı, o günkü programa uygun olarak birkaç eksik veya fazlası ile evlere taksim edilmiş olur.

Çocuklar için bu taksim çok önemlidir. Neden denirse; Ramazan Bayramı sofrasının son yemeği ortaya gelen büyük baklava tepsisidir. Ancak bizim çocukluğumuzda (70 yıl önce) bu baklavaları herkes şekerle yapamaz, çoğu pekmezle tatlandırırdı. Ancak zengin sofralarının baklavaları şekerli baklava olurdu. Her evde her zaman bulunan ve yenen pekmezden bıkmış olan çocuklar, hep bu taksimde, şekerli baklava umdukları eve düşmeyi özlerler. Bu gerçekleşmez ise, çekingen, utangaç mizaçlı olmayan açıkgözler yolda kendi grubunu terkedip özlediği gruba karışırdı. Kollanga yemeğinde de 10-12 çeşit yemek sunulur. Sonunda hem börek hem baklava yahut sadece baklava sunulurdu.

Sofradan kalktıktan sonra çocuklar sokağa oynamaya çıkar. Yaşlılar kahvelerini, çaylarını içip sohbet ederler. Bir süre sonra da evden eve misafir değişimi olarak sohbetler ikindi namazına kadar sürer.

Kurban bayramında da aynı süreç içinde kollanga âdeti devam eder. Şu farkla ki; kurban bayramında ilk gün kollanga verilmez. Zira ilk gün herkes kurban kesme işi ile meşguldür. Bir diğer sebep de, kurban etinin hem yemeklere koyulması hem de son yemek (baş yemek) olarak ortaya getirilmesi lâzımdır.

Her evde koyun, keçi, koç olan biri ile yahut ortaklaşa alınan bir sığır ile kurban kesme gerçekleşir. Kurbanın akciğeri ve (sucuk yapan birkaç aile reisi) bağırsakları dışında her şeyi değerlendirir. Daha kurban kesilir kesilmez ciğeri kavrulur, öğle yemeğine yetiştirilip yenir.

Baş, ayaklar, işkembe, şirden vs. hepsi bütün gün süren ve çeşitli aşamalı yorucu bir çalışma ile temizlenip hepsi küçük bir yavru kazana konur, odun ateşinde uzun süre kaynatılır “yağına ininceye kadar” pişirilip, kenarları yüksek, kalaylı tepsilere boşaltılarak sofraya getirilir. Ailenin torun torba tamamı sofraya üşüşür. Yaşlılar baş etini özellikle göz çukuru etlerine, dil ve beyne taliptir. Gençler şirden, işkembe, paçayı tercih ederler. Ayrıca ekmeklerini sık sık tepsi içinde birikmiş yağa batırmayı da ihmal etmezler. Arada bir hoşaf kâsesinin yahut ayran tasının da elden ele dolaştığı görülür.

Sığır kurban derileri tuzlanıp Safranbolu’ya ulaştırılır. Safranbolu, deri işleme ve yemeni (bir nevi makosen ayakkabı), mest (mest) imalinde meşhurdu o zamanlar. Küçükbaş hayvan derileri satılmaz, tuzlanıp duvarlara gerilip çakılır, kuruduktan sonra kışın evlerde minder olarak kullanılırdı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

4.Düğünler

Düğünler herkesin yoğun işlerinin bittiği, ırgatlık sonrasında olur. Enteresan ve bol eğlenceli, uzun süreli olan köy düğünü “davullu düğün”dür. Düğünün erkek tarafı Pazartesi günü Kastamonu’nun Bürnük yöresinden iki davulcu, iki zurnacı veya dört köçek getirir. Davulculardan biri ekip başıdır; diğerleri onun emrindedir. Düğün sahibi davulcu ekibiyle belli bir fiyatta anlaşmıştır. Bunun dışında, Cuma gününe kadar görevli davulcu ekibin ek kazancı, köy delikanlılarının her fasıl için ödediği paralardır. “Yap bir fasıl” denince bunun manası 15-20 dakika çalıp oynamaktır. Her fasılın zamana göre değişen belli bir fiyatı vardır. Düğün zamanında köy ne kadar kalabalık, gençlerden içki içenler ne kadar çoksa, çalıp oynama o kadar çok olur. Ekip de o ölçüde memnun olur.

Düğünün ağırlıklı ve en önemli günü Çarşamba günüdür. Bu gün için önceden hazırlık yapılır. Erkek evinin bulunduğu mahalleye en yakın bir harman yeri, misafirleri karşılama ve güreş yeri olarak seçilir. Evlerden geçici olarak toplanan direk ve kalaslarla (döşemelik tahta) harman çevresinde “salaş” kurulur. Bu, misafirleri (okunukları) güneşten muhtemel yağıştan korumak içindir. Salaş gölgesine, gene evlerden toplanan kilim, yatak, minderler serilerek, yastıklar konarak, rahat oturma imkanı sağlanır.

Köy muhtarı, düğün sahibi adına, çevre köy muhtarlarına bir hafta önce gönderdiği davetiye ile düğünü duyurmuş olduğundan, Çarşamba günü saat 10.00 dan itibaren okunuklar (davet edilenler) gelmeye gelmeye başlar. Her köy ayrı ayrı gelir. Gelenler doğruca köyün içine dalmaz. Köy kenarında bir ağaç gölgesinde toplanırlar. Zira köylünün bir kısmı atla, bir kısmı eşekle, bir kısmı yaya olarak gelir. Bir de hediye davar (erkeç) getirirler. Köylü toplandıktan sonra silah patlatılmak sûretiyle geldiklerini belli ederler. Silah sesinin geldiği yöne hemen bir davulcu, bir zurnacı, bir köçek misafir karşılamaya gider. O sırada  bir başka köylü başka yönde silah patlatır. Diğer davulcu, zurnacı, köçek de o istikamete koşar. Çalıp oynayarak gider, çalıp oynayarak gelirler. Her köyün misafiri için salaşta önceden yer belirlenmiştir. Araç Çayı vadisinin güneyinden gelen köylüler aynı yönde, kuzeyinden gelen köylüler kuzey yönde yer alırlar. Bu düzen öğle yemeğinden sonra (takriben saat 15.00 civarında) kurulan güreşte karşılıklı pehlivan çıkarma ve taraf tutma yönünden önemlidir. Öğleye kadar davulcu ekipleri bir o tarafa bir bu tarafa koşup misafirleri karşılar, yerlerine oturturlar ve her getirdikleri köylü önünde kısa süreli bir fasıl geçerler. Misafirlerin tamamı toplanıncaya kadar (öğleye kadar) gelenlere su, ayran, kahve ikram edilir. Sonra öğle yemeği başlar. Geliş veya oturuş sırasına göre köylüler 15 kişilik gruplar halinde harman yerine en yakın evin bahçesinde kurulan yer sofralarına buyur edilir. İftar sofralarında, kollanga sofralarında olduğu gibi, sofraya sıra ile 12-13 çeşit yemek koyulur. Son yemek bir tepsi börektir. Börekler düğün evine komşulardan hediye gelir. Zira 15-20 bazla daha fazla böreğin düğün evinde yapılmasının zorluğu bu yardımlaşmayı doğurmuştur. Yemekler genellikle düğün evinde hazırlanır. Bu işlerde çok yetenekli ve becerikli olan Ebekız (babaannem) başta olmak üzere köyün yaşlı hanımları hummalı bir çalışma içinde olurlar. Çocukların bu sofralarda arkadaşının cebine çaktırmadan dolma koymaları, tatsız bir şakadır.

Yemekten sonra köylüler yerlerine dönüp oturup kahvelerini içtikten sonra güreş düzeni kurulur. Düğün sahibi damat “alçak”, “orta” ve “başa” güreşecekler için muayyen miktarda nakit koyar. Güreş yöneticisi (eski pehlivanlardan biridir) yüksek sesle bunu ilân eder. Davullar, zurnalar yerlerini alıp güreş havası çalmaya başlarlar. Güreşlerde kilo ayarlaması (uyuşması) söz konusu değildir.

Güreş çocuklarla başlar, yenen kalır, yenilen gider. Kalan yeni gelenle güreşir; bu şekilde devamla galip belli olur.

“Orta”, “baş” güreşler de bu şekilde devam eder. Pehlivanların biri bir taraftan, diğeri diğer taraf köylülerden çıkar. Köy güreşlerinde kisbet giyme âdeti yoktu. Zaten güreşenlerin çoğu kendileri pehlivanlık iddiasında olan kimseler değil, güçlü kuvvetli görünümlü olanlardan, köylünün ısrarı ile ortaya sürülmüş kimselerdir. Güreşe iç donu (uzun, patiska, uçkurlu donla), üstü çıplak çıkılır. Güreşenlerin oldukça dikkat etmelerine rağmen, bazen donun uçkuru kopar, yahut don yırtılır, pehlivan bir an için çırılçıplak kalabilir. Yakın çevre evlerin pencerelerinden yahut bahçe duvarları üzerinden güreş seyreden kadınların çığlığı olayın ilk habercisidir. Pehlivan hemen cekete sarılarak kenara alınır, donu değiştirilip tekrar ortaya salınır. Bu olaylar, Karabük Demir-çelik fabrikalarında çalışan işçiler arasında bulunan profesyonel güreşçilerin, ortaya konan parayı kazanmak için köy düğünlerine katılmaya başlaması ile artmıştır. Onlar kisbetle güreşmeye alışkın olduklarından olsa gerek, hemen bele, uçkura el atmakta ve anlatılan olaya sebep olmaktadırlar.

Akşam üzeri güneş batımından bir, bir buçuk saat önce güreşler de bitmiştir. Misafirlerin dağılma zamanı gelmiştir. İşte bu safhada davulcular, zurnacılar ve köçekler düğün haftasının en coşkun ânını yaşatırlar; uzun bir fasıl ile bütün marifetlerini gösterirler. Köçeklerle beraber davulcular da davulları ile hem çalıp hem oynarlar. Bu muhteşem gösteriden sonra misafirler köylerine dönerler.

Perşembe günü gelin alma günüdür. Köyün kadınları kız tarafının evinde toplanırlar. Hem eğlenir hem gelini hazırlarlar. Öğle namazından sonra erkekler de kız evi önünde toplanır. Gelin ata bindirilir. Üzerine örtüler örtülür. Ata da yazmalar bağlanmış ve süslenmiştir. Gelinin bindiği atın yularını çeken önden yürür. Köylü de davul zurna, köçekler eşliğinde arkadan gelini takip eder. Gelin sözde ana evinden ayrılmanın üzüntüsü ile ağlamaktadır. Gelin oğlan evine indirilir. Kapı önünde davulcu ekibi gene uzunca bir fasıl geçer.

Akşam, yatsı namazı sonrası “güveyi koyma”ya çıkılır. Erkekler davul zurna eşliğinde damadı evinin kapısına kadar getirir. Bu sırada damat çevik davranıp hızla eve dalmalıdır. Aksi halde gençlerin yumurta atmalarından isabet alır, damat elbisesi kirlenir.

Köylerde gençler, şehirdekilere nazaran çok genç ve toy iken evlendikleri için, gençlere o gece neler yapacakları münasip kimselerce anlatılır.

Cuma günü, köyün kadınlarının eğlendiği düğün günüdür. Gelin giydirilip süslendikten sonra önceden hazırlanmış, temizlenmiş evin bahçesinde, varsa bir ağaca, yoksa duvara dayanacak şekilde ayakta tutulur. Köyün bütün kadınları (genç, ihtiyar) ve özellikle kızlar, en gösterişli yeni elbiselerini giymiş olarak bahçeye dalarlar. Kadınların gelin huzurunda çalıp oynamalarında davul, zurna, köçek yoktur. Cuma günü onlar köyü terketmektedir. Kadınlar bu eğlencede “duvak günü” kendileri çalıp söyler, kendileri oynar. Yaşlı fakat becerikli, aktif kadınlardan biri elinde uzun bir sırıkla idareci durumuna geçer. Bir iki kişi def çalar, sesleri iyi iki, üç kişi de türkücü olarak bir araya gelir. Çalıp söyleme başlayınca, önce gelin oynatılır. Sonra elindeki sırıkla yaşlı yöneticilerin işaret ettikleri genç kadınlar ve kızlar, ikişer ikişer kalkıp oynarlar. Bu eğlence sabah 10.00, 10.30’dan öğleden sonraya kadar sürer. Bu eğlence, bir nevi gelecek düğünlerin temelini atmaktır. Zira köy delikanlıları, yakın evlerin pencere arkalarından, avluların kafes arkasından, duvar kenarından genç kızları görüp, yakın gelecekte kime tâlip olacaklarına karar verirler. Kızlar bu işin farkında oldukları için, yönetici kadının sırığı kendine yönelen kız, fazla nazlanmadan oyuna kalkar. Duvak eğlencesinin sona ermesi ile düğün de bitmiş olur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

E. Yaz Eğlenceleri

 

a.Hıdrellez (Hadırellez)

Yaz eğlenceleri Hıdrellez şenlikleri ile başlar. Hıdrellezde çocuklar soğan kabuğu ile boya içeren ot kökleri veya çiçeklerle çeşitli renklerde yumurta boyayıp birbirleri ile, kırılan yumurtanın kırana verilmesi koşuluyla tokuştururlar. Büyükler ise köşkü olan bir bağda kuzu kesip pilav pişirerek, çeşitli oyunlar oynayarak, at koşusu düzenleyerek eğlenirler. (Annemin lacivert erkek elbisesi giyerek at koşturduğunu hatırlıyorum.)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

b.Balık Tutma

Yaz eğlencelerinden biri de balık tutmak ve tutulan balıkları çay kenarındaki bir mesire yerinde pişirip topluca yiyip eğlenmektir. Bilindiği gibi. balık tutmanın bizatihi kendisi bir eğlencedir. Bizim köylümüz için balık tutulabilecek yer ya köyün güneyinden akan ve daha önceki izahlarımızda adı çok geçen Araç Çayıdır ya da köyün kuzeyinde Kepez denilen dağın arkasından akan "Yacı Çayı"dır. Bu her iki çayda da irili ufaklı sadece sazan balığı vardır.

Balık avlamada en kolay ve bol avlama, en tehlikeli ve tahripkâr olan dinamitle avlanmadır. Fakat bu avlanma ile kolunu kaybetmiş kişiler olduğundan bu metod terkedilmiştir.

İkinci ve bizim çocukken çok uyguladığımız yöntem "balık otu" ile avlanmaktır. Şöyle ki; Safranbolu'ya gidenlere balıkotu denen şeyi (O, sonradan orman mühendisi olup Karadeniz bölgesini gezip görünce anladım ki "rododendrom (ağu) tohumudur) tanesi bir kuruştan ısmarlayıp getirtirdik. Bu tohumları küçük, her zaman kullanılmayan bir havanda dövüp bir teneke kutuya koyarız. Kasap Şevket'in sığır kestiği gün, büyükçe bir parça akciğer ve hayvanın safra kesesini safrasını akıtmadan alır, safrayı döülüp ufalanmış balık otu koyulan tenekeye boşaltır, ciğer ve safra kesesini de balta ile kıyma haline getirip teneke kaba ilave eder, karıştırırız. Bu karışımın balıklara hap şekline getirilip atılabilir kıvama gelmesi için un ilave edip hamur haline getirilir. Bir gece mayalanma denmese de, dinlenmeye bırakılır. Ertesi gün balık tutulacak çaya gidilir. Çayın şişkinlik yaptığı köprü ayakları çevresi, çayın kıvrım noktaları, büyük kaya ve ağaç dipleri yani çayın derin olan yerlerine (ki balıklar genellikle buralarda toplanırlar) hazırlanan balık otu, küçük hapcıklar haline getirilip atılır. Atılan her hapa balıkların saldırışını seyretmek bile bir zevktir. Yemleme bittikten 10 dakika sonra hapı yutan balıkların baygın ve sırtüstü dönerek akıntıya tabi ilerlemekte olduğu görülür. Akıntı istikametinde beklemekte olan iki kişi ellerindeki sepetlere balıkları toplar. Balıkların (bayıltan maddelerin kana karışması ihtimaline karşı) hemen temizlenmesi ihmal edilmez.

Üçüncü ve her yerde tercih edilen balık avlama metodu olta ile avlamaktır. Olta ile avlama aslında en zevkli olanıdır. Fakat zaman alıcıdır. Balığın avlanması ile yenmesi zevkini aynı zamanda birleştirme kararı ile toplanmış grubu tatmin edecek miktarda balığı olta ile tutmak mümkün olmamaktadır.

Olta ile balık tutmada yem olarak tombul solucanları kullanmak en iyi neticeyi vermektedir. Yakın çevreden, rutubetli toprak üstündeki taşlar kaldırıldığında bol miktarda solucanla karşılaşılır. Bunların kalıncaları (tombulları) bir kavanozda yem olarak toplanır. Solucan ikiye yahut üçe bölünüp her oltaya bir parça takılır. Oltanın tamamının solucanla kaplanacak şekilde yemin takılması çok iyi netice verir.

1957 yılında Georgia Üniversitesinden bir grupla Nath Coralonia'da Ashvill'de bir otele indik. Otel çevresinde dolaşırken yaşlı bir Amerikalının bulanık sulu bir gölde balık tutmaya çalıştığını gördüm. Yaklaştım; selamlaşmadan sonra bir müddet seyrettim. Oltasında yiyecek yem değil, küçük tüyler takılı; suyun yüzünde de küçük küçük renkli pinpon topları var. Balık oltaya vurdukça toplar oynuyor. Çekip bakıyor; oltalar boş. Bir iki seyrettim. Sonra gittim; göl kenarından bir taş kaldırıp solucanları getirdim. Müsaade rica ederek oltaların hepsine solucanları takıp attık. Bir iki dakika sonra bir çekti ki, her birinde bir balık. Adam heyecanla kalkarak "Ne mükemmel bir Türk metodu bu!" diye memnuniyetini belirtip teşekkür etti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

c.Avlanma

Köyümüzde yaygın avlanma tavşan ve keklik avıdır, Bunun dışında domuz avlama ile kuşlardan sarıasma ve üveyik avlama söz konusudur. Tavşan avının kışın yapılanı makbuldür. Kışın karda av köpeklerinin iz gütmesi kolay olur. Tavşan eti de bir süre kara gömülü tutularak dinlendirme ve kanından iyi temizlenerek pişirilmesi halinde lezzetli bir et olur.

Domuz avı bir zevk avı değil, zorunluluktur. Domuz çaylara (bostanlara) yazın çok zarar verir. Mısır yemek için bostana bazen sürü ile girerler. Yediklerinden başka mekanik olarak da bütün mısırları, fasulyeleri yatırır; diğer sebze parsellerini de karıştırıp ezerek büyük tahribata sebep olurlar. Onun için çayda (bostanda) yaz aylarında erkekler geceleri domuz beklerler. Ateş yakarak, silah atarak gelmelerini önlemeye, gelirlerse de ateş edip öldürmeye çalışırlar. Yörede bahis konusu olan, yaban domuzlarıdır. Koyu renkli, iri, derin yağlı, kalın derili bu hayvanları herkesin avlaması kolay değildir. Özel kurşun (dom dom kurşunu) yahut mavzer tüfeği kullanmak gerekir. Keskin dişli, yaşlı domuzların insana hücum ettikleri de söylenir. (Zaten bu sebeple olmalı ki yörede domuzun diğer adı "canavar"dır. Kadınlar genellikle konuşmalarında "Dün gece... çayına canavar girmiş; her yeri batırmış" şeklinde olayı ifade ederler.)

Domuz kim tarafından, ne şekilde avlanmış olursa olsun, avcısı takdir edilir, övülür. Domuz ise "mundar hayvan" olduğu için toprağa gömülürdü. Karabük Demir Çelik fabrikası kurulduktan yabancı (ecnebî) uzmanlar, işçiler geldikten sonra bazen avlanan domuzların değerlendirildiği de duyulmuştur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

d.Kuyu Kebabı

Kuyu kebabı ziyafeti tercihen üzüm zamanı bir üzüm bağında yapılır. Bazı zengin bağlarında önceden yapılmış kebap kuyuları mevcuttur. Yoksa yeni bir kuyunun hazırlanması gerekir. Şöyle ki; toprakta silindir şeklinde geniş ve derin (göbek hizasına kadar) bir çukur açılır. Çukurun çevresi kiremit taşları yahut küçük ince tuğla ile örülür. Bu sırada çukurun dibe yakın kısmında bir hava penceresi bırakılır ve bu pencere karşısında toprak yüzeyine doğru ince bir hendek açılarak, kuyu kızdırılmak için odun yakılırken hava (oksijen) alması sağlanır. Kuyu açılıp çevresi örüldükten ve kuruduktan sonra uzun süre içine odun atılarak yakılır. Kuyu iyicene kızmış, dipte kalın bir kor tabakası oluşmuştur. Bu aşamadan sonra kuyu dibine bir sac ayağı, onun üzerine kalaylı büyükçe bir tencere, içine de önceden haşlanmış aşure buğdayı koyulur. Kararınca su, tuz biber ilave edilir Tencerenin kapağı kapatılmaz. Sonra kesilmiş kuzu bütün olarak şişe geçirilip kuyunun ortasına yakın kısma asılır. (Şiş karşılıklı duvarlara tespit edilir) Kuyunun ağzı ve hava penceresi yassı kapak taşları ile kapatılıp çevreleri çamurla sıvanır; kuzu pişmeye terkedilir. Pişme işi (tam süresini şimdi hatırlayamadığım) uzunca bir süre devam eder. Pişerken kuzudan akan yağlar ağzı açık, yavaş yavaş kaynamakta olan keşkek tenceresine dökülür. Nihayet vakti gelip kuyu açıldığı zaman kebap kokusu kilometrelerce yayılır. Kuzu sofraya gelirken, önceden sepetlerle soğuk kuyuya salınıp soğutulmuş çavuş üzümleri, karpuz da sofraya gelir. Et lime lime pişmiş, lezzetli bir kebap olmuştur. Keşkek tenceresinde şişen aşure buğdayı kabarıp tencereyi doldurmuş, damla damla akan kuzu yağı ile inanılmaz derecede lezzetli bir keşkek olmuştur. Hepsi iştahla yenilerek neşeli bir bağ sefası sürülmüştür.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

e.Mehtaplı Gece Sohbetleri

Sıcak ve mehtaplı yaz gecelerinde, köyün liselerin muhtelif sınıflarındaki gençleri, orta mahallenin yukarı harman yerinde toplanır, geç vakitlere kadar sohbet ederdik. Genellikle sohbet konuları, herkesin kendi hocaları ile övünmesi ve edindiği bilgileri sergilemesi olurdu. Grubun içinde nispeten yaşlı ve lise son sınıfta olanlardan bazılarının İstanbul'da yaşadığı gönül maceralarından söz etmeleri özellikle dikkat çekici olurdu. Onların özel hayatı sayılabilecek, yanlışlığı, doğruluğu şüpheli anlatımları bırakıp öğrencilikle ilgili sohbetlerin ilginçlerini buraya alıyorum.

Ama öncelikle şunu belirteyim ki, bizim lise öğrenimi yıllarımızda (Hasan Âlî Yücel'in Maarif Vekili olduğu dönem) İstanbul'un Anadolu yakasında Haydarpaşa Lisesi, Çamlıca Kız Lisesi, Avrupa yakasında Kabataş Lisesi, Galatasaray Lisesi, İstanbul Lisesi, Vefa Lisesi, Darüşşafaka Lisesi, Pertevniyal Lisesi vs. yani parmakla sayılabilecek kadar az lise vardı. Anadolu'da da her ilde ancak bir lise ya vardı ya yoktu. Ama bütün Türkiye liselerinde öğretimin kalitesi eşit düzeyde idi. Bütün liselerin her derse ait kitapları Maarif Vekâletinin (Milli Eğitim Bakanlığının) öngördüğü aynı kitaplardı.

Liselerde eskiden beri matematik, fizik dersleri öğrencilerin çoğunluğu için zor derslerdir. Öğrenciler için bu ayırım, hocalarda da vardı. Bu derslerin hocaları da kendilerini farklı görür veya gösterirdi. İşte size Kastamonu Lisesinde okuyan ikiz kardeşlerden merhum hâkim Muhsin Çekiç'in bahis konusu mehtap sohbetlerinde anlattığı:

"Matematik hocamız kendisinin matematik alanında çok meşhur iki kişi varsa, birisinin kendisi olduğunu söylermiş. Kastamonu Lisesi eski ahşap bir bina olduğundan okulun orasında burasında zaman zaman fare görmek pek şaşılacak bir olay değilmiş. Bir gün Fen Şubesinin matematik dersi yazılı imtihan esnasında, hoca sıralar arasında dolaşırken bir ara kürsüde bir fındık faresinin kendine doğru baktığını görmüş. Fareye yüksek sesle ve kapıyı göstererek 'Defol! Burası fen şubesi; burada senin başın döner; git edebiyat şubesine!' demiş.

Sohbete katılan Pertevniyal Lisesi öğrencisi Refik Köşeli, felsefe hocası Hatemi Beyi över, öğrendiklerinden kısımlar anlatır, derste adı geçen filozofları sayıp döker, bazen de elindeki sarı not defterinden notlar okurdu. Ben de Felsefe (Mantık-Sosyoloji derslerini) çok sevmiş, Cemil Senâ Ongun hocamızdan çok etkilenmiştim. Cemil Senâ Ongun Sorbon Üniversitesi mezunu, daha o yıllarda bile çok kitabı olan bir hoca idi. Ders anlatışındaki akıcılıkla, kalın gözlük camları arkasından öğrenciyi etkileyen bakışlarla bütün sınıfı kendisine odaklayan, dersi sessizlik içinde pürdikkat izlenen bir hoca idi. Her yaşta ve her sınıftaki öğrencilerin çoğu, kar, deniz vs. sebeplerle hocanın derse gelememesini veya teneffüs saatinin çabuk gelmesini memnuniyetle karşılarken, biz bütün sınıf (Fen B) Hocanın dersinde aman zil çalmasa, hatta teneffüste de anlatmaya devam etse diye düşünürdük. Dersi hepimizin gözüne baka baka anlatırdı. Konuları işlerken çok çarpıcı, unutulmaz misaller (örnekler) verirdi. Meselâ Sosyoloji dersinde şöyle demişti: "Çocuklar, Türkiye'de maalesef bazı mefhumlar yanlış anlaşılmıştır. Meselâ iffetsizle namussuz aynı anlamda kullanılır olmuştur. Halbuki bunlar ayrı şeylerdir. Şu veya bu sebeple kendini satan bir kadın iffetsizdir fakat namussuz değildir. Netekim kerhanede (genelevde) bir cinayet işlense ve fahişe kadının sanık veya tanık olarak mahkemede ifade vermesi gerekse, hakim önce ona doğruyu söylemesi için namusu üzerine yemin etmesini ister; ve o anda mahkemedeki herkes ayağa kalkar."

Bir başka örnek de milleti (ulusu) tarifte yer alan "... aynı tarihî olaylar karşısında aynı haz yahut elemi duyan..." ibaresini açarken verdiği örnekler: Cumhuriyet bayramlarında şehrin her tarafından koşarak sabahtan itibaren, Taksim'den Beyazıt'a kadar resmi geçit kortejinin geçeceği caddeleri iki taraflı dolduran insanların geçit sırasında duyduğu haz ve Büyük Atatürk'ün ölümünde duyulan derin elemdir.

Benim lisede iken hayranlık duyduğum ve bu mehtaplı geceler sohbetlerinde anlattığım bir başka değerli hoca, dokuzuncu sınıftan mezun olana kadar öğrencisi olmakla övündüğüm Biyoloji hocam Halit Beydir. Bu gerçekten büyük bir şans olmuştur. Zira o yıllarda iddia edilirdi ki Haydarpaşa Lisesi Türkiye'nin en büyük lisesi idi. Yalnız son sınıfta 11 adet her biri 70 öğrencili Edebiyat Şubesi sınıfı ve her biri 40-50 öğrencili 3 adet Fen Şubesi sınıfı vardı. Lisenin dokuzuncu, onuncu sınıfları da dikkate alındıkta zamanın bir ilçe nüfusu kadar öğrencisi, o nispette de cok hocalı olan bir lise idi. Hocalar hemen her sene değişirdi. Biyoloji dersimizin hocasının değişmemiş olması, tekrar ediyorum, bizim şansımızdı.

Bu hocam da kendisinin Fransa'da Sorbon'da okuduğunu söylerdi. Çok şık giyinen, her gün tıraşlı, saçlarının taranmasına özen gösteren, her gün farklı boyunbağı takan, çok titiz ve temiz bir insandı. Hanımı da Biyoloji öğretmeni idi. Orta boylu, ne şişman ne zayıf sayılırdı. Ancak gençliğinde çok kuvvetli olduğunu, at nalını peynir gibi büktüğünü söylerdi. Ders anlatımı, konusuna hâkimiyeti, öğretimde pratiğe verdiği önem dikkati çekerdi. Sınıfın en boylu yakışıklı bir öğrencisine "Sen benim asistanımsın" dedi. Ona bir beyaz gömlek temin edip giydirdi. Sınıfın bir köşesine her ders bir masa üzerine bir mikroskop koyulur, asistanım dediği arkadaşın gözetiminde kendisi ders anlatırken biz sessizce, teker teker gider, mikroskopta soğan zarı hücrelerini yahut sperm hücrelerini tanırdık.

Biyoloji kitaplarından da öğrenilebilir. "Hayat dersi çok önemlidir. Ben derslerimin 15 dakikasını hayat dersi olarak değerlendiririm" derdi ve öyle yapardı. Giyim kuşam, sağlığa önem verme, yemek yeme âdâbı, kız arkadaşla ilişki kurma vs. konularını işlerdi. Örneğin kızartmaların karaciğere, sağlığa çok zararlı olduğunu anlatır, "Eve gidince annenizin kızartma tavasını çöpe atın. Bol bol paça yiyin" derdi. Harp yıllarının beslenme yetersizliklerini sıralar, bizlerin ise gelişme çağında iyi beslenme gereksinimini belirtir, özellikle istimnâdan çekinmemizi önemle vurgular, harp yıllarının beslenme yetersizliğini, fakirliğin verem âfetini artırdığını, her gün lisemizden bir öğrencinin tabutundan kanlar akarak Karacaahmet Mezarlığı'na gittiğini, kendi kendini tatmin yolu ile o kıymetli cevheri yersiz ve vakitsiz sarfedenlerin aynı akıbete uğrayacağını söylerdi.

Sosyal konularda nezaket kurallarına uymayı önerir ve "Sen, kalk söyle bakalım. Bir düğünde, ailesi ile gelmiş bir kızı dansa kaldırmayı arzu etsen, ne şekilde hareket edersin?" diye sorar, sonra kendisi ne yapılması gerektiğini anlatırdı.

Derse o günkü konuyu anlamamıza yardımcı olabilecek malzeme (şekil, levha, resim) ile gelir, dersi derste öğretirdi. Böbreği ve fonksiyonlarını anlatacağı gün elinde bir yumak ince iple sınıfa girmişti.

İmtihan şekli de diğer hocalardan farklı idi. Kitaptan belli satırları içeren bilgi sormazdı. O bakımdan çocukların kopya çekme şansı baştan yok olurdu. İmtihan saatinde gelir "Sağdaki sıralar, siz, bir porsiyon et, bir porsiyon makarna, bir porsiyon ıspanak yiyip kulağınıza getirin" der, "Soldaki sıralar, siz bir porsiyon pastırmalı yumurta, bir porsiyon börek, bir porsiyon pırasa yiyin burnunuza getirin" der, kitap defter açmayı serbest bırakırdı. Hangi besinin sindirim organımızın neresinde sindirildiğini, kan dolaşımını, lenf sistemini bilmeyenlerin bu besinleri kulağa, burna taşıması mümkün mü?

Yemek seçmenin dengeli beslenmedeki önemi üzerinde çok durur "Ben, büyük bir lokantada karşılaştığım öğrenci grubu içerisinde kendi öğrencim olup olmadığını yemek ısmarlamasından anlarım. Halit Beyin hiçbir talebesi iki proteinli yemeği veya iki karbonhidratlı yemeği üst üste yemez. O, bir proteinli yemek, bir karbonhidratlı yemek, bir sebze yemeği yemeyi tercih eder" derdi.

Hocalardan söz açılmışken bizim mehtaplı geceler sohbetlerimizde adları geçmeyen iki Orman Fakültesi hocamın, önemli saydığım uyarılarından da kısaca bahsetmek isterim. Bunlardan biri Ord. Prof. Esat Muhlis Oksal'dır. Hoca bir gün derste "Aynı ağaç türünün dağ tepelerinde sığ toprak, soğuk, şiddetli rüzgâr altında yaşayan fertleri, alçak mıntıkada, vadi içlerinde, derin toprak, mutedil iklim şartlarında yaşayan fertlere nazaran daha kısa ömürlü olur. Onun için de erken tohum vermeye başlar. Zira doğa kaidesidir. Hayatı tehlikede olan ister bitki olsun, ister hayvan (ve insan) olsun, üreme iç güdüsü öne çıkar. Çiçeklerin suyunu keserseniz, büyüme yavaşlar fakat çiçeklenme artar. Köylüler bazen meyve ağaçlarını telle boğarlar, meyve artar. Özetle tekrar edersek, bütün canlılarda üreme içgüdüsü öndedir. Ömürü kısaltan her olay bu içgüdüyü ön plana çıkarır. Veremli zayıf bir erkeğin cinsî istek gücü, sıhhatli insandan kat kat üstündür. Zira o kısalan ömrü içinde üreme işini tamamlama içgüdüsü içindedir. Bu içgüdü o derece kuvvetlidir ki insan ölürken son nefesinde orgazm olur (cenabet olur), onun için İslâm’da cenaze yıkanarak (abdest aldırılarak) defnedilir." demişti.

İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi Büyükdere'den yedi kilometre içerde, orman içinde, Bahçeköyde'dir. Bizim öğrenciliğimiz yıllarında İstanbul'a Büyükdere'den vapurla gidilir gelinirdi. Büyükdere Fakülte arasındaki yol, bugünkü gibi asfalt değil, çamur içinde, uydurma bir yol idi. Öğrenciler Büyükdere'ye kadar postalla gelir, Abdül'ün kahvesinde postallarını bırakır, iskarpinlerini giyip vapura biner, dönüşte de tekrar postallarını giyip iskarpinleri koltuğunda gece yarısı Fakülte'ye dönerlerdi.

Bir gün Prof. Dr. Şeref Nuri İlkmen hocanın Ekonomi dersinde İsmail Zengingönül adlı arkadaşımız ayağa kalkıp "Hocam, burası bir üniversite fakültesi mi, yoksa bir askerî okul mu? Devamlı yoklama var. Şehre gidiş dönüş çok zaman alıyor. Bir tiyatro ve sinemaya gittiğimizde bile rahat değiliz. Aklımız yolda. Hiç değilse Cumartesini tatil ilan ediniz." (Eskiden Cumartesi öğleye kadar da mesai günü idi) dedi. Bütün sınıf İsmail'i uzun uzun alkışladı. Hoca, "Bu fakülte lise mezunlarını alır. Lise mezunu reşit insandır. Siz gelip, bu fakültenin yerini görüp, şartlarını öğrenseydiniz. Yahut ailenizden bir büyüğünüzden yardım alsaydınız. Bu isteğiniz, yani Cumartesi gününün tatil günü ilan edilmesi, biz hocadan istenebilecek bir istek değildir. Bu bir hükümet işi, mevzuat konusudur. Çocuklar, doğumunuz ve ölümünüz sizin iradeniz dışındaki olaylardır. Fakat sizin iradenizle verebileceğiniz, hayatta mesut olabilmenizde çok önemli iki karar vardır ki bunlardan biri isabetli meslek seçmek, diğeri kadın seçmektir. Sizi (İsmail'e hitap ederek) birincisinde yanılmış görüyorum; ikincisinde başarılı olmanızı dilerim" dedi. Bu defa bütün sınıf hocayı alkışladı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

6. Kış Eğlenceleri

Çocukluğumda (70 sene önce) köyde radyo bile yoktu. Köylü birbirini eğlendirirdi. Bu da çeşitli vesilelerle bir araya gelmekle, toplantılarla olurdu. Bu toplantılarda yaş gruplarına göre sohbet konuları tabiî ki farklı olurdu. Örneğin gençler güreşten, avdan, gönül işlerinden konuşurken, yaşlılar harplerden, askerlikte çavuş olarak neler yaptığından, daha yaşlılarda günlük sağlık sorunlarından bahsederlerdi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

a.Lokma Sırası

Lokma sırası her akşam yahut tespit edilen bir ara ile sıraya koyulmak üzere bir evde toplanıp lokma yemektir. Lokma yapımında da ailenin ekonomik durumu, tıpkı şeker bayramındaki kollanga yemeğinin baklavasındaki fark (pekmezli yahut şekerli) gibi farklı durum yaratırdı. Şöyle ki; bazıları zeytin yağı pahalı olduğu için bezir yağı (keten tohumu yağı) kullanırdı. Bezir yağı da bitkisel bir yağ olarak sağlığa zararsız bir yağ olmasına rağmen, çok kişi kokusundan hoşlanmazdı. Gerçekten, akşam bezir yağından yapılmış lokma yiyen çocuk kokuyu ertesi gün okula taşırdı.

Lokma ister zeytin yağına dökülerek, ister bezir yağına dökülerek yapılmış olsun sâde olarak yenirdi. Tatlıya atma, pudra şekerine batırma âdeti, daha doğrusu olanakları yoktu. Lokmanın lezzeti, yapanın hamurun mayalanmasında ve döküm kıvamındaki başarısına göre fark ederdi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

b.Bandırma Sırası

Bandırma (açıklamaların tümü içinde ne olduğu daha iyi anlaşılacaktır) sırasına "bandırma ziyafeti" demek belki daha doğru olur. Zira bu sıra daha masraflı, daha zahmetli bir sıradır.

Bandırma yapmak için koz yağına, kaz etine, has buğday unundan (sık elekten geçmiş buğday unu) yapılmış ve pişirilmiş yufkaya ihtiyaç vardır. Bir şart da, bandırmayı kış aylarında yapmaktır (sağlık açısından).

Bandırma yapılacak kazın 2,5-3 kg. yağ verecek ölçüde beslenmesi lâzım. Bunun için kesimden 25-26 gün önce kaz evin avlusunda bir kafese kapatılır; besiye alınır. Beside "hodola" kullanılır. Hodola bir çanağa koyulan kepek+un (mısır unu da olur)+su ile hamur yapılır. Bu hamurdan İzmir köftesi yahut zeytinyağlı yaprak dolması görünümünde, parmak boyunda "hodola"lar yapılır. Hodola hamuru kepek ağırlıklıdır. Un koymak, hodolayı şekillendirmede yapıştırıcı olması içindir. Yapılan hodolalar soba altında ve ocakta ateşli külde pişirildikten (kurutulduktan) sonra bir çanakta toplanır. Evin gelini veya genç kızı her defasında bu hodolalardan dört, beş tanesini bir kaba koyar, bir kâse de su alarak kafese iner. Sol eli ile kazın kağa (gaga)sını sıkar. Kaz ağzını açınca hemen bir hodolayı suya batırıp kazın boğazına iter, eli ile de dıştan sıvazlayarak hodolanın kazın midesine kadar inmesine mekanik yardımda bulunur. Getirdiği hodolaların hepsini yutturduktan sonra kaza bir de su verir. Bu işlemi geceli gündüzlü (24 saatte 5-6 defa) devam eder. Yirminci günden itibaren kaz gözlem altında tutulmalı, yürüyüşlerine dikkat edilmeli, 25. veya 26. günde kesilmelidir. Aksi halde fazla yağlanmaktan dolayı ölür. Ölen kaz için "çatladı" deyimi kullanılır. Yani kazı beslerken çatlatmamaya da özen gösterilmelidir.

Kesilen kaz yolunup içi temizlendikten sonra evin emin fakat soğuk (ayaz) bir yerine boynundan asılıp bir gece bekletilir. Ertesi gün kaz kaskatı donmuştur. Sıra kazın yüzülmesindedir, Kazın her tarafı iki parmak kalınlığında yağla kaplıdır. Bu tabaka yüzülerek yağlar bir tepside toplanır (2,5-3 kg. yağ çıkar). Kazın eti de parçalanıp bir tencereye koyulur, pişirilir. Yağlar küçük kuşbaşı haline getirilip kalaylı bakır bir tencerede eritilir. Kıkırdaklar kahverengine dönüşünce tencere ateşten indirilir. Kıkırdaklar bir kevgirle yağ üzerinden alınır. Pişmiş kaz etinin etleri bir başka kaba alınır. Etin suyuna birkaç kepçe kaz yağı koyulur. Bol (çekilmiş) karabiber ve gereği kadar tuz ilave edilir. Böylece bandırmanın bandırılacağı sıvı hazırlanmış olur.

Bandırılacak ekmeğin hazırlanmasına gelince; yufkalar açılır, pişirilir. Açılacak yufka miktarı ev halkına mı, sıra nöbetine mi (ziyafetine mi) olduğuna göre değişir. Yeter miktarda yapılıp pişirilen yufkalardan sekiz, dokuz tanesi üst üste konur. Defalarca farklı istikametlerde kesilerek tepeleri daire şeklindeki yufkaların merkezinde toplanan çok sayıda eşkenar üçgenler oluşur. Her üçgen üst üste konmuş 8-10 yaprak yufka içeriyor demektir. İşte bu, üst üste konan yufka sayısı kadar yaprak içeren üçgen demetinin her birine "daldırım" denir. Önce bu üçgen demetli "daldırımlar" birbirine karışmamaları için tepe noktaları farklı istikametlere bakacak şekilde bir tepsiye yığılır. Ocak başına getirilir. Hazırlanmış et suyu+ yağ+ toz biber karışımı içeren tencere ağır ateşte çok hafif kaynamakta iken, evin tecrübeli hanımı daldırımları dikkatle (üçgen gruplarını dağıtmadan) alır. Üçgen grubunun tepe noktasından tutarak tencere üzerine getirir. Diğer eliyle grubu gıdıklarcasına ve öyle bir maharetle karıştırarak hazırlanan sıvıya batırıp çeker ki hiçbir yaprak kuru kalmaz. Her batırılan daldırım, yeni ve kenarları yüksek bir tepsiye gene her daldırım başkasıyla karışmayacak şekilde çapraz konarak üst üste yığılır. Tepsi tepeleme dolar. Sızan yağlar (karışım) altta toplanmış olarak tepside bırakılır. Bandırma sofraya geldiğinde herkes gene bir karışmaya sebep olmadan bir daldırım alıp önünde bulunan kuru yufka üzerine koyar, yavaş yavaş yer; bitince ikincisini alır. Bazı gençler de daldırımı aldıktan sonra, çenesinden yağlar akarak, yılanın kurbağayı bütün yutması gibi, daldırımı bir defada bütün yutar. Ne ise ki, bir yutma zorluğuna karşı hoşaf veya ayran tası zaten sofradadır. Normal bir insan iki, üç daldırımla rahat doyar. Fakat ağır işlerde çalışanlar, pehlivanlık iddiasında olan, çok boğazlı (iştahlı, obur) gençlerden dokuz, on daldırım yiyip öğünenler vardır.

Bandırma sırasında veya münferit ziyafetlerde sofraya önce çorba, sonra bandırma, sonra da üzerine kazın etlerinin koyulduğu bir tepsi pilav gelir. Anlatılan bütün işlerin yapılıp sofranın kurulması gece saat 23'ü bulur. Bu saatten sonra bu ağır yemekler hem de bu kadar çok yenilip gece yarısı yatılır. Sağlık açısından tek hafifletici sebep bu işin soğuk kış gecelerinde yapılmış olmasıdır.

Eflâni ilçesi, bandırmalık besili kaz yetiştirip satan bir ilçedir. Ancak Eflâni bizim köye çok uzak olduğu için ancak Kasap Şevket oranın pazarı olduğu günün gece yarısında, atı ile yola çıkıp ertesi gün dönmek üzere gider, getirebildiği kadar kesilmiş kaz getirip satardı.

Fakültede öğrenci iken bir Şubat tatilinde köye geldim. Köyde kışın genellikle yalnız ihtiyarlar kalır. Gittiğimin ikinci akşamı idi. Köy koruyucusu (bekçisi) bize geldi. "Köyün yaşlıları senin geldiğini duymuşlar. Bu akşam Maştuların Delioğlan'ın evinde bandırma sırasındalar. Seni davet ediyorlar. Gidersen memnun olacaklar" dedi. Orada benim akranım kimse olmayacağını bile bile kalktım gittim. Çok memnun oldular. Ellerini öptüm, hatırlarını sordum. Bir kenara çekilip oturdum. Bandırma sofrası kuruluncaya kadar geçen uzun sürede onların konuşmalarını dinledim. Konuşmalar çoğunlukla sağlıkla ilgili idi. Örneğin Toruçların Ahmet Ağa (80 yaşında) Kasap Şevket'e (O da belki 65-70 yaşında) "Şevket eyi olmasına eyiyin de, gözlerim ığıl ığıl akıya, gulaklarım da hiç duymaya" diyor. Şevket de ona "Öğ senin kulağın bu yaşta hâlâ duysun mu? Ben eskiden Eflâni'ye gideceğim gece şu saati (kuşağı arasından çift kapaklı zincirli (köstekli) bir saat çıkararak) kurup yastığımın altına kordum da çatırdısından uyuyamazdım. Şimdi ben bu saati korduktan sonra kulağımın içine sokuyorum da işleyo mu işlemeyo mu anlayamayom" diyor. Öbür tarafta Eyri Ahmet denen eşkıyanın vakti ile köyü basmasından söz ediliyor. Bir başka çift eskiden kendilerinin ne kadar keskin nişancı bir avcı olduklarını örneklerle birbirlerine anlatmaya çalışıyor ve nihayet ortaya sofra kuruluyor. Geçmişe atıflar yapılarak ve hâlâ bazı iddialarla gene gereğinden fazla miktarda bandırma yeniyor. Kahveler içilip dağılınıyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

c.Oturak Âlemi

Köyümüzde hatta Safranbolu yöresinde pek yaygın bir olay değildir. Ben köyümde iki oturak âlemi olayı duydum. Birine davet edildim, gitmedim. Duyduğum kadarıyla olay, bir köy fahişesinin yakın köyler arasında, yapmacık baskınlarla el değiştirip bir süre gençlerin içkili âlemlerine katılmasıdır. Köyün varlıklı ve aynı zamanda çapkın geçinen orta yaş adamı, yanına birkaç kişi alarak yakın köyde kimin evinde olduğu tespit edilmiş eve, sözüm ona baskın düzenler. Evin etrafında birkaç el silah patlatıp kadını atın terkisine atıp evine götürür. Kadının zaten o köyde kalma süresi dolmuştur. Yeni geldiği köyde ve evde de bir hafta veya on beş gün, getiren kişinin evinde kalır, aynı numaralarla bir başka köye intikal edermiş. Bu baskınlar da (alışverişte harhangi bir cinayet işlendiğini de duymadım). Kadının köyde kaldığı süre içinde içkili âlem düzenlenir, bir saz yahut keman çalan bulunur, çalınıp oynanır, yenip içilirmiş. İçkiler tercihen kadın elinde sunulan kadehlerden ve hatta göbeğinden içilirmiş. Kadının tepsi içinde oynatılması gibi ayrıntılardan da bahsedilir.

 

 

 

 

 

 

 

d.Komşu Ziyaretleri, Misafirlik

Radyonun bile olmadığı dönemlerde köylü akşam oturmaları için birbirine çok sık gelir giderdi. Kalabalık olunması hallerinde erkekler bir odada kadınlar bir odada toplanırdı. Soğuk ve karlı bir Mart akşamı haminnem (babaannem) hamile olan annem ve babam Kayadibi mahallesinde Şerafettin amcalara misafirliğe gitmişler. "Geç vakit oldu; haydi gidelim" demek için babam kadınlar odasına geldiğinde diğer kadınlar "Onlar çoktan gittiler. Gelin sancılandı" demişler. Babam eve geldiğinde annem beni doğurmuşmuş. Haminnem zaten köyün ebesidir. Köyde ve hatta çevre köylerde herkes onu "Ebekız" diye bilir. İsmi Ayşe hemen hiç zikredilmez. O köyün hem ebesi hem en iyi aşçısı, en iyi hastabakıcısı, zemzem dağıtıcısı ve nihayet kadın ölü defincisi idi. Köyün hastaları ile o derece ilgilenirdi ki annem eve mikrop taşır korkusu ile, öyle dönemlerde kendisi ve bizi haminnemden uzak tutar; üstünü başını değiştirmesini, yıkanmasını rica ederdi. Çok yardımsever olduğu için evde ağıza lâyık ne varsa hastalara taşırdı. Anneannem İstanbul'dan portakal göndermişti. O zaman bizim köyde portakalı tanıyan yoktu. Annemin bize bölüştürdüğü portakalları haminnem, dolabından çıkardığı kırmızı halka şekerleri ile değiştirip bizim portakalları hastalara götürürdü. Hastalar üzerindeki gözlemi ve teşhisi çok isabetli idi. Akşam hastanın yanından gelmişse, sorardık hastanın durumunu. "Sabaha çıkmaz" demişse, hakikaten sabahleyin camiden salâ (sellah) verildiğini duyardık. Bir de hasta ölürken başında ise ona moral yükseltecek bir şeyler söylemesi beklenirken o bir taraftan zemzem suyuna batırılmış pamukla hastanın dudaklarını ıslatır, bir yandan da "Korkma haydi, yoluna girdin, kelime-i şahadet getir" telkininde bulunurdu.

Tekrar dönelim komşu ziyaretlerimize. Uzun kış gecelerinin bu bol dedikodulu sohbetlerinde ev sahibi misafirlere mısır patlatır, ceviz çıkarır. Yaşlılar (dişsizler) mısır patlağını (kavurga) yiyemezler diye onlar için kavurga havanda dövülür. İrmik görünümüne gelen kavurga (kavut) tabaklara konup kaşıkla sunulur. Arkadan, gündüzden pişirilmiş ve soğumuş bal kabağı ikram olunur. Bal kabağı İstanbul’dakilerden farklıdır. Daha ince kabukludur. Pişirilişi de farklıdır. Kabak el büyüklüğünde parçalara ayrılır. Çekirdekler ve kaba lifler uzaklaştırıldıktan sonra  dilimler yıkanıp kabukları ile büyük bir tencereye dizilip hafif ateşte pişirilir. Pişerken şeker yerine tencereye bir tas dolusu pekmez boşaltılır. Pişmiş kabak dilimleri bir büyük tepsiye dizilip soğumaya terkedilir. Misafirlerin her birine bir parça olarak ikram edilir.

Köyde köylüye, yabancıya (misafire) ikram çok istenerek yapılan bir iştir. Köylerde misafirin gideceği yeri önceden haberdar etmesi gibi bir âdet gelişmemiştir. Yerlisi yabancısı çat kapı merhaba der gelir. Ev sahibi de bu durumdan hiç tedirgin olmaz. Zira evinde her şey vardır. Misafir, özellikle çevre köylerden gelenler günün hangi saatinde gelirlerse gelsinler, kendilerine "Aç mısınız? Tok musunuz?" sorusu sorulmadan sofra kurulur, misafire buyur denir. Bize çok misafir geldiği için biz çocuklar, normal öğün (övün)ler dışında misafir için kurulan sofralara da oturduğumuz için babaannem kızar, misafir gidince bizi "Tok evin aç kedileri" diyerek kınardı. Kısa süre için gelen misafire acele sunulabilecek yemekler şunlardır: İçine kavrulmuş kıyma koyulan tarhana çorbası, haşlanmış erişte süzüldükten sonra üzerine kızdırılmış tereyağı dökülen ayrıca dövülmüş ceviz ilave edilen erişte yemeği, tereyağlı tavada yumurta veya omlet, en son mayalanmış yoğurt çömleğinden bir tabak yoğurt yahut tavan arasındaki pekmez küpünden bir tabak üzüm pekmezi (üzerine dövülmüş ceviz ilavesi ile). Tarhana çorbası varsa turşu küpünden turşu çıkarmak da ihmal edilmez. Misafir yatıya gelmiş ve ertesi gün de kalacaksa, bir horoz yahut yumurtlamayan bir tavuk kesilir. Evde tuzlu yaprak olduğuna göre dolma yapılır, fasulye pişirilir vs.

Türk köylüsünün zengin, fakir hepsinin misafirperverliğinde, cebinde para olmasa da evinde daima ikram edecek bir şeylerinin bulunmasının payı vardır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

VI.BELGELER

Fotoğraflar

Çayın eski ve yeni fotoğrafları

Köy evlerinin eski ve günümüzdeki durumu

Harman yeri

Bağlar (eski ve yeni hali)

Kişiler

  Ebekız

  Kasap Şevket

  Muhtar

  Öğretmenler

  Üniversite Hocaları

  Nail Memik

  Köyün yetiştirdiği diğer büyüklerin resimleri

Yemekler

  Kitapta anlatılan yemeklerin resimleri

Akveren krokisi ve Safranbolu haritası

Hayvanlar

Yük taşıyan eşekler

Atlar

Ev planları

Cami planı(dıştan ve içten görünümü)

 



[1] Babam Kastamonu Öğretmen Okulu son sınıfında iken o yıl tatilde, İstanbul, Samatya’da fırın işleten dayısı yanına gelmiş, bir daha okula dönmemiş; terk-i tahsil etmiş. Sonradan annemle evlenip onu köye göndermiş, kendisi askere gitmiş. Annem çok küçük yaşta geldiği köye intibak sağlamış, uzun yıllar ailesinden uzak kalmış. Babamın okulu bırakma pişmanlığı, annemin İstanbullu, aynı zamanda akıllı, becerikli, köyde ve kentte takdir edilen bir kadın olarak bizleri okutma arzusu, maddî durumumuzun pek müsait olmamasına rağmen hepimizin yaz kış çalışması, azmi sayesinde üç erkek çocuğun da meslek sahibi olması sağlandı. Benden bir buçuk yaş küçük kardeşim Cemil, Safranbolu’da Yurt Müdürlüğü, Kandilli Kız Lisesi ve Haydarpaşa Liselerinde öğretmenlik ve müdür muavinliği yaptı (Lise öğretmeni). Yedi yaş küçük kardeşim Metin, maden mühendisi oldu. Garp Linyitleri İşletmesi Bölge Müdürü iken emekliliğini isteyip özel sektörde (Seramik) genel müdürlük yaptı.

[2] Dr Muharrem Şişman da Dr. Fatma Şakir Memik gibi yazın tatilde köye geldiğinde köyümüzden veya komşu köylerden gelen hastalara ücretsiz olarak bakardı. Bir gün karşı köylerden birinden iki kişi bizim köye hasta getiriyordu. Hastalar hayvan üzerinde, sahipleri yürüyorlardı. Çay yolunda onlara yetişen bir arkadaşım aralarındaki şu konuşmayı aktarmıştı.”Ög senin hastan geceleri uykusunda dik dik sıçıraya mı? Sıçıraya. Igıl ıgıl terleye mi? Terleye. Ög senin hastanın hastalığı da bizim  zelfurenin hastalığından.”

[3] Muhsin Çekiç, az konuşan fakat her sözü çok anlamlı ve esprili olan, fizikî yapısı gibi rûhen de çok ince, kibar bir insandı. Yaz tatilinde (lisede iken) önüne İsmet İnönü’nün resmini almış, sert ve büyük bir taşı yonta yonta İnönü’nün su testisi büyüklüğünde büstünü yapmıştı. Onun niye Akademiye değil de Hukuk Fakültesine gittiğine hâlâ şaşarım. (O zamanlar isteyen istediği fakülteye girebiliyordu.)

Hukuk Fakültesine devam ederken bir gün beni Ord. Prof. Sıddık Sami Bey’in dersine davet etti. Ders sırasında pencere içerisindeki boşluktaki bir kediyi göstererek (Kedi arka ayakları üzerine oturmuş, dikkatle kürsüye bakmakta idi) “İşte bizim Hocanın en devamlı ve dersi en dikkatli dinleyen öğrencisi budur” demişti.

İkinci Cihan Harbi yıllarında İstanbul'da, Ankara’da ekmek karne ile satılıyordu. Ekmeğe belli oranda resmî, gayri resmî kepek katılıyordu. Üsküdar’da fırıncılık yapan akrabası Fadime Teyzenin evinde bir yaş günü bir araya gelmiştik. Muhsin’in elinde Cumhuriyet gazetesi vardı. Gazetede o gün manşet “Kebek konferansı toplandı” diyordu. Muhsin onu maksatlı olarak ve yüksek sesle “Kepek konferansı toplandı” şeklinde okudu. Bunu duyan Fadime Teyze, “Teyzesi bir daha oku; kaç çuval kepek vereceklermiş?” diye heyecanlanmıştı.

[4] Mehmet Çekiç hiç evlenmedi. Devamlı otelde yaşadı. Uykusuzluk hastalığı vardı. Sabaha karşı günde yarım ila bir saat ancak uyuyabildiğini söyler ve "Ben geceleri de yaşadığıma göre iki misli yaşlanıyorum" derdi. Bir gün Karabük’e, Karabük’ü haraca kesmek için bir sabıkalı kabadayının geldiği haberi yayılmış. Bu zatın Mehmet Çekiç’in oteline inmesi ihtimali var. Çekiç her gece sabaha kadar zaten lobide oturuyor. Uykusuz adam. Otel personeline tenbih etmiş. Kendisinin de hapishanede vaktiyle hasımlarını öldüren çok azılı bir kabadayı olduğunu söylemelerini istemiş. Bir gece geç vakit o kabadayı içkili vaziyette otele gelmiş. Bağırarak belindeki saldırmayı (kamayı) orta masasına saplamış. Bu durum karşısında Mehmet Çekiç adama, hiç istifini bozmadan sert bir ifade ile “Al şu toplu iğneni masadan, defol” ihtarında bulunmuş. O sırada otel personeli adama “Aman ne yapıyorsun? Eceline mi susadın? O bu yörenin en belalı adamıdır” demişler. Adam ertesi gün Karabük’ü terketmiş.

Çalıştıran: Community Server (Personal Edition), Quickmax.net